SEVGİLİLER GÜNÜYMÜŞ!...

Hatice İNTAÇ

"Ne yazık ki rıhtımdaki sevgililer yok artık yerinde
parantez içindedir artık eski fotoğraflar bile
Erguvan hayallerin son bulduğu o yerde
İnce bir hüzündür şimdi geriye kalan kalpte"

Yine ekranla boş boş bakıştığımız ama bir türlü anlaşamadığımız günlerdeyim. Duygularım, düşüncelerim dıştan gelen etkilerle o kadar karışmış; hayatımı o kadar etkilemiş ki bir türlü fabrika ayarlarıma, sükûnetime geri dönemiyorum. Yazmaya çalıştığım her konu dönüp dolaşıp son yaşanan olaylarla karışıyor. Bu küçük adada yaşayan insanların zaman içinde nasıl bir çıkmaza sokulduğu, bu hale nasıl gelindiği düşüncesi yazmaya karar verdiğim her konunun önüne çıkıyor ve kendini yine başköşeye oturtmayı başarıyor. 
                                                
Günler, haftalardır süren, hatta yankıları belki de daha aylarca sürecek olan;  gündem olmak uğruna ortalığı birbirine katmayı, sorunlarla boğuşup düze çıkmaya çalışan insanların dünyasını iyice karartmayı amaç edinen bazı kişiler tarafından geçmişteki örneklerle de sabit olduğu gibi, uzun süre daha  sürdürüleceği endişesi toplumdaki huzursuzluğu artırıyor. Yine de yeni hükümetin kurulması  yüreklere bir damla da olsa su serpmiş; az da olsa umutları yeşertmiştir. Her ne kadar “dalgalandık da durulduk” diyemiyorsak da en azından boğulma derecesinden kurtulduk, soluklandık. Şimdi yeni hükümete düşen görev, verdikleri sözleri yerine getirmek ve sabrı son raddeye gelen, yeni aldatılmalara tahammülü kalmayan halkı icraatlarıyla rahatlatmak olmalıdır.
 
Yazımın başında da söylediğim gibi bu konulardan uzaklaşmak ve bu kafa karışıklığını gidermek zor olsa da bugün değişik konularla huzur bulmaya çalışmak ve düşüncelerin akışını değişik  mecralara yöneltmek zamanı… Meselâ sevgililer gününe….
                                                                                                                                                                  
******

Varolduğundan beri insan, aşk denen duyguyu da diğer duygular gibi tanımlamaya çalışmış. Onun yüzlerce, binlerce tanımı yapılmış, aşkı ifade edecek sayısız şiirler,romanlar, öyküler yazılmış. Aşk üstüne şarkılar yazılmış, türküler yakılmış, yine de aşkın tanımını tam anlamıyla yapmak, onun nasıl bir duygu olduğunu anlatmak mümkün olmamıştır. Oysa o, üç harfli, tek heceli küçücük bir kelime!..  Ama uğrunda Ferhat’a dağları aştıran, Mecnun’u çöllere düşüren, Leylâyı ölüme götüren tılsımlı bir  kelime!..

Bazı araştırmacılara göre aşk, insanın kimyasını değiştiren, hormonlarla ilgili ve duyguların abartılı olarak yaşandığı bir durum. Gülmek, ağlamak, acı çekmek, neşelenmek normal hayatta da varken, aşık olan birinde bunları abartılı olarak yaşamaktır aşk. Yürekte bir kıpırdanıştır. Bazen bir koku, bazen bir ses aşka davetiye çıkarsa da, o her zaman ortaya çıkan bir durum değildir. Bu yüzden aşkın tanımını yapmak da mümkün değildir. O, herkese göre değişen bir duygu, farklı bir tattır. Aşk. anlatılmaz, yaşanır. Onun duyumdan başka kanıtı ve belgesi yoktur ve anlatılamayacak kadar özel bir hikâyedir.

Bazılarına göre, mutluluk amaçlıyormuş gibi algılansa da aslında, çıkmazların ve mutsuzluğun peşine düşmek demektir aşk.  Gerçek aşkı yaşamış olan Leyla’yla Mecnun, Ferhat’la Şirin, Kerem’le Aslı mutlu olabilmişler miydi?  Belki de imkânsızlıklar, engellerdi onları bu derece birbirlerine tutkun kılan.  Her şey kolay olsaydı birbirlerine böyle aşık olmazlardı belki de. Gerçek aşk onlarınki idiyse o  takdirde aşk, acı veren, hırpalayan,yıpratan ve hüsranla biten bir duygu değil midir? Yine de onlar ve daha  niceleri her türlü cefaya rağman sevmekten vazgeçmediler, sevdalarını ölümsüzleştirdiler. Ya  şimdiki aşklar?.. Romanlarda, şiirlerde kalmış, adeta efsaneleşmiş olan o sevgilerin yerini tutabiliyorlar mı? 

Bir zamanlar böyle günlere değer verirdim. Şimdiyse saçma geliyorlar. Dün olan, bugün olmayan sevgiler veya bugün olan, yarın olmayacak olan sevgiler ve sevgililer… Bittiği zaman geriye ince bir kalp ağrısından başka bir şey bırakmayacak, dostluğa bile dönüşemeyecek sevgiler… Olmaz olsunlar o zaman… Gerek kendi coğrafyamızda, gerek Türkiye’de, gerekse dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan, birliktelik sonrası düşmanlığa hatta cinayete kadar varan olayları duydukça aşk denen duyguyu bir kez daha irdelemek gereği duyuyor insan. Nasıl olur da birbirini önceleri bu kadar seven iki insan sonradan o sevgiyi düşmanlığa dönüştürebiliyorlar?  Bunu anlamak zor ama oluyor işte. Bunun belki bir nedeni de sevginin tek taraflı bitmesidir. Bir taraf sevgiyi bitiriyor ama diğerinde bitmiyorsa  -ayni anda ikisinde de bitecek diye bir kural yoktur. Keşke aşk da kurallara bağlı olsaydı ama değil. O kural tanımayan bir duygu-  Hele terk etmenin nedeni gönlünü bir başkasına kaptırmaksa…  O zaman karşı tarafın duyguları öfke ve düşmanlığa dönüşebiliyor.  Günümüzde bunun örnekleri çok. Yıllarca evli kalan çocuk sahibi eşler bir tarafın ayrılma isteğine karşı adeta çıldırıyorlar ve bunun neticesinde de vahim olaylar meydana geliyor.  Aşk cinayetlerinin her gün duyduğumuz haberler arasında yer alması belki de bu yüzdendir. 

Oysa sevgi ve aşk insanlık var olduğu sürece asla vazgeçilemeyecek, hayatımızı renklendiren, ona  sımsıkı sarılmamıza neden olan, insan olduğumuzu hatırlatan,  bu dünyada hayatı yaşanır kılacak en yüce en güzel duygudur. Ama ne acıdır ki günümüzde gerçek sevgiler azalmış onun yerini geçici, sahte, yalan,  macera niteliğinde sevgiler almış, herşey gibi o da yozlaştırılmıştır. Aslında bu istisna duyguyu sürdürebilmek insanın kişiliğiyle de alakalı. İnsanlar arasındaki her ilişkide olduğu gibi aşk da dürüstlük, sadakat, güven, vefa, fedakârlık gibi unsurlarla değer kazanır ve ancak bu şekilde sürdürülür.