• BIST 9061.94
  • Altın 2300.267
  • Dolar 32.3186
  • Euro 35.0764
  • Lefkoşa 25 °C
  • Mağusa 23 °C
  • Girne 21 °C
  • Güzelyurt 26 °C
  • İskele 23 °C
  • İstanbul 19 °C
  • Ankara 22 °C

Türkiye denklemi ve ikilemi

Ediz TUNCEL

Osmanlı İmparatorluğu denen ve kuruluşunun temelinde savaş, ganimet, din sömürüsü ve keza, saray ve yetmiş milletten hatunlarla ve besleme oğlanlarla doldurulmuş harem entrikalarından başka birşey olmayan imparatorluk gelişen dünyaya ayak uyduramayınca ve ganimete odaklanmış ordusuna fazla güvenince, önce Viyana kapılarında 20 bin Polonyalı süvarinin her şeyi göze alan saldırısıyla darmadağın edilmiş, toplamda destek güçleriyle birlikte 300 bin kişiyi bulan devasa ordusu ağır bir yenilgi almış,  o noktadan sonra da Osmanlı devleti kaçınılmaz bir şekilde geriye saymış ve yenilgi üstüne yenilgi alarak en sonunda dibe vurmuştur.

Dibe vurması, teknoloji savaşlarının birincisi olan, ilk kez zırhlı savaş gemileri, makineli tüfeklerle donatılmış uçaklar, ilk tanklar gibi gelişmiş savaş makinelerinin ve bu makinelerde petrolün yakıt olarak kullanıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kesinleşmiştir.

Osmanlı kafası saray entrikalarıyla uğraşırken dünya teknoloji savaşlarına girişmiş, teknoloji savaşlarındaki gelişmeler ise iktidar ve güç savaşlarının en belirleyici faktörü konumuna gelmiştir.

Jeopolitik konumu dünyanın en değerli konumlarından biri olması hasebiyle, kaçınılmaz olarak iktidar ve güç savaşları Osmanlı’nın kapısına dayanmış, son kalan bir sıkımlık canını almak istemiştir.

Son darbelerden biri Çanakkale’de gelmek üzereyken o zamanlar Türk ordusunun vatansever bir komutanı olan Mustafa Kemal Atatürk, Anafartalar’da yanındaki vatan evlatlarıyla birlikte dünyanın en güçlü ordularının oluşturduğu ve can çekişen Osmanlı İmparatorluğu’na son darbeyi vurmak için tüm gücüyle saldıran koalisyona karşı durmuş, kurşunun bittiği yerde süngülerle, kılıçlarla, bıçaklarla, kazmalarla, yumruklarla, tırnaklarla savaşmış,  vatan toprağının her karışını kanıyla sulamak pahasına düşmana geçit vermemiş, dünya durdukça tarihin hatırlayacağı bir savaşı, Çanakkale Savaşı’nı, bir destana çevirmiş, Anadolu insanının canından vazgeçeceğini, ancak ne olursa olsun, toprağından, vatanından, şerefinden, onurundan vazgeçmeyeceğini, boyundoruk altına girmeyeceğini yedi düvele göstermiş, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra bile bağımsızlık mücadelesinin sonuç alınana kadar durmayacağının mesajını daha Çanakkale destanı yazılırken vermiştir…

Nitekim, bir ulusu, bir devleti yeni baştan yaratan İstiklal Savaşı’ndan sonra, Türkiye’yi yok etmek için sıraya girenler bu kez Atatürk’ün elini eteğini öpmek için sıraya girmiş, adını caddelerine vermiş, başkentlerine heykellerini dikmiş, adını tarihi 20. Yüzyılın en büyük askeri dehası ve devlet adamı olarak yazmıştır…

1974’de küçük yaşlarda olan ve Kıbrıslı Türkler arasında 1974 savaşını son hatırlayanlar olan bizim nesil, savaşın ne olduğunu bilen, canlı yaşayan son nesil çocuklardı…

Okula ilk başladığımızda öğrendiğimiz ilk şey, Atatürk’ün kim olduğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kurulduğu, Kıbrıs’da Kıbrıslı Türklerin Anavatanları Türkiye’nin çıkarlarını korurken ve birgün yardıma gelmesini beklerken nasıl öldükleri, ne zor şartlarda yaşadıkları,  Rumlar tarafından nasıl katledildikleriydi…

Bizim nesil, daha ilkokula ilk adımı attığında, ilk mısralarını öğrendiği marş olan İstiklal Marşı’nın ardından İzmir Marşı’nı öğrenmiş, o marşla birlikte Atatürk’e ve yazdığı destanlara, Anadolu insanının fedakarlığına, modern Türkiye’yi yaratan destanına ve insanına tapar olmuştu.

Yıllar geçti, yaşımız aldı başını gitti, gerçeklerle yüzleşen hayatlarımızın ilk hayalleri soldu, doğrularımız ve inançlarımız kendi vicdanlarımızda bile sorgulanmaya başladı,  çocukluğumuzun anılarında kalan güzellikler silikleşti, geriye bir tek Atatürk’e ve ilkelerine olan sarsılmaz saygımız ve bağlılığımız kaldı…

Ta ki, küçük kızım, canım kızım, daha anaokula bile gitmeyen güzel yavrucuğum,  ilk kez dinlediği İzmir Marşı’nı karşıma geçip de insanın ruhunu esir alan bir güzellikle söyleyene kadar…

Bir anda çocukluğum aklıma geldi…

Ve o anda, bu satırları yazana kadar aylardır içimde tuttuğum ve cevabını hep “acaba” diye sorguladığım bir soru peydahlandı beynimde…

İnsanın ruhundan gelen maneviyat acaba genetik olarak çocuğuna da geçer miydi!!!

Geçiyormuş, hem de bal gibi geçiyormuş…

Kızım doğduğu günden beri yüzlerce şarkı duydu, hiçbirini bir dinleme ile ruhuna almadı, hiçbirini söylemeye yeltenmedi…

İzmir Marşı’nı duyduğu anda nerdeyse tümünü bir seferde ezberledi ve o andan sonra da her duyduğunda tatlı sesiyle tekrarlamaya başladı, hem de “…yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa…” darken ve Mustafa Kemal’in adını anarken olabildiğince coşarak…

Türkiye’nin bugünkü haline baktığımızda ise, Türkiye’yi yaratan ruhun bir yarısı diğer yarısından kopmuştur, diğer yarısı ise tamamen kaybolmuştur, kendi yaratıcısına düşman olmuştur…

Türkiye bugün bir zamanlar İstiklal Savaşı’nda boyunun ölçüsünü alan ve sonrasında  el etek öpmek için Türkiye kapılarında sıra bekleyenlerin çocuklarının, torunlarının maskarası konumuna düşürülmüştür…

AKP iktidarı mutlak ve ilelebet iktidar olmak için kolları sıvarken rotayı şaşırmış, güç içinde güç yaratılmasına neden olmuş, gidişatın sonunda ise Türkiye şeyhlerin, şıhların, tarikatların, cemaatlerin, envai tür din sömürücülerinin, milletin kanını emmeye meraklı olan rant sevdalılarının, nerden ne zaman vuracağı belli olmayan terör örgütlerinin esiri haline getirilmiştir…

Türkiye bugün ekonomik gücünü, askeri gücünü, siyasi istikrarını, ulusal ve uluslar arası saygınlığını, toplumsal barışını, toplumsal kimliğini, birliğini ve dirliğini akıl almaz ölçüde kaybetmiştir…

Türkiye’nin bugünkü hali, Osmanlı Devleti’nin yıkılış dönemi olan son dönemi ile büyük  benzerlikler göstermektedir.

Bu noktada, ortaya bu yazının başlığında ortaya attığım “Türkiye Denklemi” ortaya çıkmaktadır.

Bu denklemin sonucunu belirleyecek birkaç soru vardır, birincisi şudur:

Türkiye Cumhuriyeti, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne uygun olarak yıkılsın, parçalansın ve yeni devletçiklerin oluşumuna zemin hazırlasın mı, yoksa varlığını öyle ya da böyle korusun mu?

Amerika’nın yeni dünyayı dizayn projelerinde Türkiye’nin yıkılması, küçülmesi, ABD’nin uydusu olacak ve Ortadoğu’daki son kalan enerji kaynaklarını ve ABD çıkarlarını ABD adına koruyacak, kollayacak bir Kürt devletinin kurulması öngörülüyor…

ABD hegemonyasına karşı bir denge unsuru olarak kurulan Avrupa Birliği ise, her ne kadar bu aralar Türkiye’ye karşı tavır aldıysa da, aslında bunu hiç mi hiç istemiyor!

Türkiye’nin yıkılışı demek, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi neticesinde bölgede yarattığı kaosun ve dehşetin AB kapılarına doğrudan dayanması demek, 80 milyonluk Türkiye nüfusunun, tıpkı Suriyelilerin yaptığı ve dehşetten, vahşetten, kaostan kaçmak için Türkiye topraklarına aktığı gibi,  bu kaostan kurtulmak için akın akın Avrupa’ya akması demektir!

Böylesi bir duruma düşmek, artık çok kırılgan bir çizgide giden, iç barışını tamamen kaybetmiş, ikiye bölünmüş, öfke ve şiddetin hakim olduğu, tarikatların, cemaatlerin egemen olduğu, adalet ve hukuk sisteminin tam bir çöküntü içine girdiği, Barzani gibi PKK’yı besleyen Amerikan kuklalarının seçimlere bile rahatça ve serbestçe müdahale edebildiği, ordusunun kolunun kanadının binbir entrika ile kırıldığı, ekonomik gücünün akıl almaz derecede zayıfladığı, çevresindeki komşu ülkelerle ve sair uluslar arası ilişkilerin sıfır noktasına geldiği ve giderek gerginleştiği, güneydoğu sınırlarında ABD destekli bir Kürt ordusunun oluşturulduğu bir Türkiye için artık hiç zor değildir…

Anayasa değişikliği ile ilgili olan referandumda ise yine bir AKP klasiği yaşanmış, seçim süreci yüzlerine gözlerine bulaşmış, neticesinde ise Türkiye’deki toplumsal bölünme tam anlamıyla belirginleşmiş, ve dahası, devletin tüm gücünü elinde tutmasına rağmen AKP’nin artık eski AKP olmadığı, gücünün çok ciddi şekilde erozyona uğramaya başladığı da net bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Referandumda her ne kadar çok tartışmalı bir sonuçla ve az farkla “evet” çıkmış olsa da, son 15 yıldır Türkiye’yi yöneten parti olan AKP için de sonun başlangıcının adım adım geldiği sinyalleri verilmiştir.

Aynı şekilde ve referandumla aynı anda, komşularının ve AB’nin de Türkiye için tercihini yapma zamanı da gelmiştir.

İşlerine bölünmüş, darmadağın olmuş, parçalanmış, yok olma yoluna girmiş bir Türkiye mi geliyor, yoksa birliğini ve bütünlüğünü toparlamış, hukuksal, ekonomik ve siyasi açıdan istikrarlı ve her konuda potansiyel işbirliği yapılabilecek bir Türkiye mi geliyor, buna karar verecekler…

Eğer AB ve komşuları, özellikle İran ve Rusya Türkiye’nin yıkılmasını, Türkiye’deki mevcut rejimin ne pahasına olursa olsun, hatta Amerikan çıkarlarına hizmet edecek şekilde bile olsa yıkılmasını isterse, bu artık an meselesidir…

Türkiye ile olan ilişkilerinde, özellikle de ekonomik ilişkilerinde, birkaç aylığına muslukları kapamaları Türkiye’yi ekonomik açıdan mahveder, AKP iktidarı da ağzıyla kuş tutsa, buna çare üretemez, enflasyon patlar, eldeki maddi kaynaklar kısa süre içinde biter,  millet  sürüm sürüm sürünmeye başlar…

Yok eğer, ayakta kalmasını ve içinde bulunduğu coğrafyadaki ülkelerle uyum içinde varlığını sürdürmesini isterlerse, Türkiye için ellerini taşın altına koyarlar…

İşte tam bu noktada da Türkiye ikilemi ortaya çıkıyor…

Türkiye’nin hiçbir komşusu ve Avrupa Birliği mevcut AKP iktidarı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilişkilerini sürdürmek istemiyor, bu gayet açık ve net…

Aynı şekilde, komşularının ve AB’nin AKP’nin ve Erdoğan’ın şartlarına uymak veya ortaya koydukları tavırdan geri adım atmak  gibi bir gaylesi ve niyeti de hiç yok…

Ancak AB, Rusya ve İran da bir şekilde köşeye sıkışmış durumdalar…

Ya Türkiye’yi Amerikan çıkarlarına yem edecekler ve hemen burunlarının dibinde başlarına yeni bir bela alacaklar, yeni bir kaosla yüzleşecekler, ya da bir taraftan AKP ve Erdoğan ile sürtüşürken, diğer taraftan “zararın neresinden dönersek dönelim kardır” diyecek dengeleri olabildiğince gözetmeye devam edecekler.

Bir üçüncü alternatif, çok hızlı bir hamle ile ekonomik yönden AKP iktidarını çöktürmek ve ülkeyi erken genel seçime zorlayarak iktidarın değişimi için uğraşmaktır.

Bütün bu denklemler ve ikilemler önümüzdeki aylarda Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan esas faktörlerdir.

Türkiye için hiç gerekli olmasa da, bir taraftan belirli çıkar çevrelerinin keyfi uğruna aylarca ülkenin esas sorunlarının ötelenmesine neden olurken diğer taraftan Türkiye’nin bölünmesi için son noktayı koyan Referandumun sonucu özü itibarıyle, hikayedir…

Ortaya şaibeli bir şekilde çıkan “evet” iktidarı rahatlatmamış, aksine bugüne kadar görmezden geldiği gerçeklerle yüzleşmesine, karşısında büyüyen güçle tam anlamıyla yüzleşmesine neden olmuştur.

Bu bağlamda, referandumun sonucu, bazıları için herşey, bazıları için hiçbir şey ifade etmese de, sadece gidişatta Türkiye üzerinde beklentisi olan farklı odaklar için izleyecekleri yolun haritasını belirleyecek bir ayrıntı olarak görülmelidir. .

Yine bu noktada, referandum sonucuyla ilintili olarak her ne kadar Türkiye dışındaki odaklar için zorunlu denklem ve ikilemler mevcut olsa da, bir denklem ve ikilem de AKP ve Erdoğan için zorunlu şekilde mevcuttur…

Ülkenin bir yarısı karşılarında duvar gibi dururken ve hatlar ve saflar artık iyice belirginleşmişken, üstelik de eski takım arkadaşları da belirgin şekilde mevcut gidişattan bıkmış usanmış ve saf değiştirmeye başlamışken, “benim yüzde ellim, atı alan Üsküdar’ı geçti, sür eşeği Niğde’ye” ifadeleri durumu kurtarmaya yetmez, aksine daha beter eder…

15 Temmuz darbesinde ülkedeki manzaranın ortaya çıkması ve eteklerdeki taşların dökülmesi bir fırsattı, kaybedildi, geriye sadece zararı kaldı…

Şu anda yapılması gereken tek birşey var, sağduyuya geri dönmek, herkesin kabul edeceği, herkesin içine sineceği çözümler üretmek, uzlaşı kültürünü ve toplumsal barışı geri getirmek!!!

Bunun için de en önemli rol AKP’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a düşer.

Aksi takdirde, karambolden ve hiç beklenmedik yerlerden gelecek bir gol, iktidarda kalmak için herşeymübahtır mantığıyla Osmanlı saraylarındaki entrikaları aratmayan politikaların devamı, sadece AKP ve Erdoğan için değil, tüm Türkiye için maçın sonu olur…

Gidişatı tersine döndürmek ve Türkiye’yi barış ve uzlaşı kültürüyle yeniden yaratmak için biraz akıl, biraz cesaret, biraz Çanakkale ve Atatürk ruhu, hatta ve hatta, biraz da İzmir Marşı yeter aslında…

Tercihin ne olacağını ve sonucunu hep birlikte göreceğiz…

 

 

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları