İŞİN ÖZETİ

Hatice İNTAÇ

Bazen sıkılır insan her gün farklı ağızlardan ayni şeyleri duymaktan, dinlemekten. Değişmeyen, değiştirilmeyen, hatta değiştirmek bir yana gün geçtikçe toplumu sosyal ve ekonomik yönden daha da geriye götüren icraatlardan bıkar, yorulur. Bir kaçış arar beynini, zihnini dinlendirecek. Bir sığınak arar ruhunu sakinleştirecek. Bazen kaçmak ister içinde bulunduğu düzenden ama dünyanın neresine gitse duygularını, düşüncelerini de birlikte götüreceğini bildiğinden kaçmak da çare olmaz. Esasen dünyanın bu çivişi çıkmış zamanında hangi yer daha huzurlu, daha güvenli olabilir ki?.. 

 Şarkılardan, şiirlerden medet umar bir zaman, ama onlar bile içindeki hezeyana çare olmaya muktedir olamaz. Uzun süren ve yenilerinin eklenmesiyle çoğalan mutsuzluklar, sevilen birtakım alışkanlıklardan da zamanla soğutup uzaklaştırır fark ettirmeden insanı. Yaşama azmi yerini, yavaş yavaş tevekküle devreder. Tevekkül ise yenilgiyi,  çaresizliği kabullenmek ve mücadeleden vazgeçmek demektir ki bu da insanın kendine olan inancını ve gücünü yok eder. İşte uzun yıllardır Kıbrıs Türkleri bu duruma getirilmeye çalışılmaktadır.Bir yanda Güney Kıbrıs Rum yönetimi, bir yanda Türkiye Cumhuriyeti.. Birisi bizi elinden gelse bir kaşık suda boğmak ve adanın tümüne sahip olmak ister, diğeri kendini sahibimiz sanıp kendi kültürümüzden, inancımızdan, gelenek ve göreneklerimizden vazgeçirip kendine benzememizi ister. İstemekten de öte; emreder… 

Tevekkül ve kabullenme her ne kadar fark ettirilmeden dayatılsa da insanın özgürlüğünden ve haklarından vazgeçmesi o kadar da kolay değildir.  Bu yüzden de kendine göre çözümler arar.  Başkalarının güdümüne girmeyi reddeder. Neticede düşünce, döner dolaşır yine ayni konulara demir atar. Zorlamalarla onu başka mecralara çekmek mümkün olmaz çünkü insan zihni kendi bildiğini okur çoğu zaman. Bu yüzden duyarlı olan hiçbir insan kendini içinde yaşadığı ülkenin ve toplumun sorunlarından soyutlayamaz. Soyutlayanlar aşırı benciller, empati ve duygu yoksunu olanlar veya günden nasıl nemalanacaklarının hesabını yapanlardır ancak. Çok merak ediyorum; akıllı geçinen bu zatlar, nasıl bir gaflet içindedirler ki;  haksızlıkla elde ettikleri malın, mülkün, paranın ve iktidarın gücüne sığınmanın keyfini yaşarken bu adadaki olumsuzlukların eninde sonunda kendilerini herkesten çok etkileyeceğini hiç mi hesaba katmazlar?..

Yaşadığımız coğrafyada en büyük sorunumuz dünyaca tanınmamak, ambargolar ve bunlardan kaynaklanan olumsuzluklar olduğu halde ne yazık ki kendi sınırlarımız içinde de sayılamayacak kadar çok sorunumuz vardır. Bunlara bir de geçen yılın Kasım ayında başlayıp dünyaya süratle yayılan ölümcül bir virüsün negatif etkilerini de ilâve edersek KKTC halkı olarak yaşananları tahmin etmek zor değildir. Halkın büyük çoğunluğunun gerek sağlık, gerekse ekonomik yönden bunalımlar yaşadığı bir dönemdeyiz. İşin en acı tarafı ise bu sorunları ve bunalımları biraz olsun hafifletecek siyasi bir iradeden yoksunuz. Sağlıktan tutun, eğitime, ulaşıma, çevreye, turizme, trafiğe, polise, velhasıl her kuruluşa olumsuz etki yapan, onları laçkalaştıran, hukuk devleti olmaktan çıkaran ve  “ben yaparım olur” zihniyetiyle kendi bildiklerini okuyan zatlardan artık illallah çekecek duruma geldik. 

Geçtiğimiz günlerde mecliste gözler önüne serilen ve neredeyse kavgaya dönen fikir çatışmaları ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu bir kez daha kanıtlamıştır. İnsanı önce güldüren, sonra da ne halde olduğumuzu kara kara düşündüren trajikomik bir filmdi sanki izlediklerimiz. Yürekler acısı denen cinsten bu manzaraları sık sık görüyoruz ama ne yazık ki bu durumu küçük çıkarlar için yaratan da biziz.

Düşünüyorum ve eski zamanlarla kıyaslıyorum bu son yıllarda yaşadıklarımızı. Biz toplum olarak eskiden böyle değildik. Hele 1974 ten önce hiç değildik..  1963 le başlayıp uzun yıllar devam eden o zor yıllarda bile şimdiki durumumuzdan çok daha iyi, çok daha mutluyduk. Çoğumuz göçmendik, evlerimizi terk etmek zorunda bırakılmıştık ama toplum olarak ayni gaye uğruna atan tek yürek gibi birbirimize kenetlenmiştik.. Önceleri tedhiş olayları ve sokak savaşlarıyla başlayıp yok edilmeye kadar varan zalimliklere karşı direnen ve varlığını korumayı başarabilen Kıbrıs Türküne ne oldu?.. O yılların yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, birlik ve beraberlik ruhunu biz ne zaman yitirdik?. 

                                                            ******

Yıl 1974…  Aylardan Temmuz…  Erken saatlerde marşlarla uyanılan bir gün… Gökten süzülen paraşütler, denizlerden gelen gemiler.. Mehmetçiğin karaya ayak basışı.. Rahmetli Ecevit’in radyolardaki heyecanlı sesi… Artık güvende ve özgür yaşayacağımızın coşkusu ve sevinciyle kucaklaşan insanlar…

Önceleri her şey iyiydi sanki. Her ne kadar güneyden gelenler evlerini, yurtlarını, anılarını orada bırakıp kuzeye yerleştirilmenin burukluğunu yaşasalar da can güvenliği onlar için daha önemliydi. Kurtarıcılarına minnettar oldular ama yine bir sorun vardı. Azınlık sorunuydu bu. Nüfus olarak öteki taraf bizden çok fazlaydı ve bu da ilerde bir pürüz yaratabilir zihniyetiyle Türkiye’den getirilenlerle bunun takviyesi hedeflendi ve öyle de yapıldı. Rumdan kalan mallar güneyden gelenlerden çok Türkiye’den gelenlere babalarının malıymış gibi cömertçe dağıtıldı. Bu yerleşimler zamanla başka amaçlar için daha da çoğaldı. Çünkü savaş bitmiş,  iktidar hırsı başlamıştı, yerli halk zamanla bu gelişlerin ileride neye mal olacağını anlasa da devletin başından olanların koltuk sevdası halkın iradesinden daha güçlüydü çünkü Türkiye’den getirilip vatandaş yapılanların oylarına ihtiyaçları vardı. 

Şimdilerde yerli nüfusumuz iyice azalmışsa, sokaklarda gözlerimiz eski tanıdıklarımızı arıyor ve göremiyorsa bunun sorumlusu ne yerlilerdir ne de gelenler. Bunun sorumlusu adayı bir sorma gir hanına döndürenlerdir. İktidar olmak uğruna peşkeşi, rüşveti, adam kayırmayı ve bilumum yolsuzluklara göz yummayı benimseyenlerdir. Hırsızlık, gasp, tecavüz, cinayet almış başını gidiyorsa; kumarhaneler, bet ofisler, gece kulüpleri, fuhuş yuvaları her tarafa yayılmış, uyuşturucu her yana sızmışsa,  kişisel çıkarlarından başka bir şey düşünmeyip, daha önce aldıklarıyla doymamış olan iktidar mensupları hala usulsüzlük yapmaya ve dönümlerce araziyi yakınlarına vermeyi mübah sayıyorsa; halka reva gördükleri tek şey zam üstüne zam yapıp yaşamları daha da zora sokmaksa bu ülkede huzur bulmak mümkün müdür artık?..

Bütün bu olanlar kendi içimizde de görüş ayrılıklarına neden oldu. İki ateş arasında kalmış gibi olduk. Kime ve neye inanacağımızı şaşırdık. Bir yanımızda kendilerini adanın tek sahibi sanan ve yıllardır hiçbir görüşmede haklarımızı kabul etmemekte ısrarlı olan komşularımız; bir yanımızda kurtarılmışlığın (!..) diyetini bir türlü ödeyemediğimiz, her fırsatta nelere sebep olduklarını hiç hesaplamadan bize besleme, tembel diyen, dinimizi, soyumuzu eleştiren, kendi kültürümüzü, adetlerimizi, yaşantımızı beğenmeyip terbiye etmeye çalışan, buyruklarına riayet etmezsek aba altından sopa gösteren bir zihniyetle  ipin hangi ucundan tutarsak tutalım bulaşacağımız bir durumla karşı karşıyayız şimdi. İki taraf da  “küçük dağları ben yarattım”  pozisyonunda bize yüksekten bakıyor; biri kendilerine yama olmamızı, diğeri kendi emirlerine göre yaşamamızı istiyor.

İşin özeti: Biz kendi ayaklarımızın üstünde duramadık. Başkalarını çoğaltırken kendimizi azalttık. Birleşip tek yumruk olacağımıza her birimiz bir yana çektik. Koltuklara kendi halkının hakkını savunmaktan aciz, başkalarının güdümünde olanları oturttuk ( hoş… Hangisi oturduysa ayni şey oldu) onlar da sadece kurdele kestiler, şükran sundular. Hadi emirlere hep boyun eğdiler de içerdeki işleri mamur mu ettiler?.. Büyük işletmeleri, soygun yuvalarını, mafya babalarını vergiden muaf tutarken onların borçlarını halka ödettiler. Oysa adanın doğal zenginlikleri ve doğru uygulamalar yeterdi kimseye avuç açmamaya, ayaklarımız üzerinde durmaya ve haksız yaptırımlara karşı durmaya ama onlar kolayı ve hazırı seçtiler. 

Merak ediyorum.. Bunca deneyimden sonra  “ böyle gelmiş böyle gider” le mi yola devam edilecek  yoksa “ böyle gelmiş ama böyle gitmez” le yeni bir yol mu denenecek?..