Korona Çorbası

Ediz TUNCEL

Atatürk “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir…” demişti.

Hata etmiş, o büyük lider!

“Hayatta en hakiki mürşit cehalettir, gerçek ilim ise cehaletin eline geçebilecek en tehlikeli silahtır” deseydi, bugünleri tam tanımlamış olurdu. 

Malum, Korona virüsü dünyayı tepetaklak getirdi, millet eve kapandı, fırsattan istifade de ortalıkta envai tür “sosyal medya fenomeni olmaya aday bilim adamı müsveddeleri” bol bol türemeye başladı.

Bu heriflerin bazıları, ki bana göre ya tartışmasız biçimde salağın önde gidenidirler ya da insanlık düşmanıdırlar, hala sağda solda videolar yayınlayıp kanserde, trafik kazalarından, bilmem nerden dünyada şu kadar milyon insan ölüyor da Korona'dan bu kadarcık ölüyor diye ahkam kesiyorlar...
Bu salağın önde gidenlerinin hesaplamadığı, kafalarının hesaplamaya basmadığı, ya da kasten görülmesini istemediği şey şu; doğrudur, kanserden, trafik kazalarından ve diğer hastalıklardan bir günde şu anda Corona'nın öldürdüğünden daha fazla insan ölüyor...
Ama bu hastalıkların ve sorunların hiçbiri Corona gibi yıldırım hızıyla bulaşmıyor, hiçbiri sağlık sistemlerini darmadağın etmiyor, tehdit etmiyor, çalışmaz hale getirmiyor, ve eğer Korona salgını durdurulamazsa bir yıla kalmadan dünyanın en az dönrtte üçünü ciddi şekilde etkileyecek, sağlık sistemleri gelen hastaları, özellikle de yaşlı hastaları koyacak yer bulamayacak, büyük çoğunluğunu ölüme terketmek zorunda kalacaklar.

Allta başka sağlık sorunları olan hastalar, özellikle kalp, AIDS, organ yetmezliği, kanser gibi sağlık sorunlarıyla boğuşan hastaların büyük çoğunluğu yeterli sağlık hizmeti alamadığından dolayı ölecektir.
Enfekte olmuş hasta sayısı 200 binden 300 bine sadece 4 günde ulaştı, 2 günde 150 bin daha artarak 450 bine ulaştı, önümüzdeki birkaç günde de muhtemelen 500 veya 600 bine ulaşacaktır, ki bunlar sadece kayıtlara geçenler, bir de muhtemelen bunlardan fazlası kayıtsız olarak dışarda dolaşıyor... 

Aynı hızla giderse, 10 gün sonra milyonu bulacaktır. Bir ay sonra on milyonu aşacaktır, ve bunların en az 100 bini ölecektir ve bu rakam giderek artarak devam edecektir.
Bu bilim insanı müsveddesi çok bilmişlerin diğer hastalıklardan ve olaylardan ölenlerin sayılarını verirken ve Korona kayıplarıyla diğer kayıpları kıyaslarken, Korona kayıplarını önemsizleştirirken,  inatla Korona tehlikesinin sonucunu görmek istememelerinin nedeni nedir diye düşündüğümde ya birileri bunları yönlendiriyor ve insanlığa hep beraber ihanet ediyorlar, ya da salağın en önde gidenidirler, sıra kendilerine ve sevdiklerine gelene kadar kafalarına gerçek dank etmeyecek sonucunu çıkarıyorum.

Bugün dünyanın en üst düzeyde, en iyi korunan insanları bile bu bulaşkan pisliğe kaçınılmaz şekilde yakalanbiliyorsa, bu durum, bu virüs karşısında hiç kimse erişilmez değildir demektir. 

Daha önceki yazılarımda defalarca tekrar ettiğimi, bir kez daha tekrar edeyim; İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ ÇAĞDA HİÇBİR ŞEY AMA HİÇBİR ŞEY TESADÜFİ DEĞİLDİR…

Bu dünyayı şu an üç güç odağı sektörü elinde tutanlar yönetiyor; silah şirketleri, ya da diğer adıyla savaş şirketleri, enerji şirketleri ve ilaç şirketleri…

Enerji şirketleri ve savaş şirketleri kol kola çalışıyor, ilaç şirketleri ve savaş şirketleri de kol kola çalışıyor, hepsinin beraber çalıştığı ise “siyaset şirketleridir”, yani dünyayı yöneten, dünyanın en güçlü siyasi partileri ve onların liderlikleridir, bu kadar açık ve net.

Diğer sektörlerin çıkarları bunlardan sonra geliyor.

Ben bu yaşıma geldim, otuz senedir bilimle uğraştığımı sanırdım, biraz da iyi İngilizce bilmenin yardımıyla merak ettiğim her haltı dibine kadar araştırıp, kısmen de olsa sonuç çıkarabildiğimi sanırdım, ama gözden kocaman bir detayı kaçırmışım, ta ki internette dolanırken önüme bir detay çıkana kadar…

İşte o anda biyolojik savaş konusunda filimin nasıl döndürüldüğü de kafama dank etti. 

Bilim adamı kılığındaki herifçioğulları, ki gerçekten de işini bilen ve bilimi ve teknolojiyi en uç noktalarda kullanabilen tiplerdir bunlar, bir virüsü keşfettiklerinde laboratuar ortamında onun envai türünü geliştiriyorlar ve ilaçlarını ve aşılarını da geliştiriyorlar ve hem aşıları ve ilaçların hem de virüslerin genetik kodlarının “PATENTİNİ” de bir tamam alıyorlar…

Onlar için bu iş tamamen çocuk oyuncağı, bir virüsün genlerini ötekine enjekte ediyorlar, ve bu iş öyle çok da zor bir iş değil.

SARS, Corona gibi virüslerin genetik materyalleri Ribonükleik asitlerden oluşuyor (RNA-Ribonucleic acid, dedikleri şey, ki biz bunları lisede Biyoloji dersinde de bol bol gördük). 

Yapılarında bir veya birden fazla RNA bulundurabilirler, hatta laboratuar ortamında bunları istediğiniz kılığa da sokabilirsiniz ve zavallı maymunlarla fareler üzerinde etkilerini izleyebilirsiniz.

Hani insana maymundan geçtiği iddia edilen AIDS’e sebep olan HIV gibileri de hem RNA hem de insan DNA’sı (Deoksiribo nükleik asit – Deoxyribo nucleic acid, canlı organizmaların ve keza virüslerin biyolojik gelişimini sağlayan genetik talimatları taşıyan elzem bir nükleik asit, bir tür genetic kod zinciri)  barındırıyor ve farklı bir sınıflamaya tabi tutuluyorlar.

O yüzden bazı ilaçlar ve aşılar insana verilmeden önce maymun kobaylarda deneniyor, çünkü maymunların, özellikle de şempanzelerin genetik kodları ve DNA’ları insanınkilerle 99% oranında aynıdır. 

Gelelim işin püf noktasına, peki laboratuarda geliştirdikleri virüslerin veya diğer biyolojik veya kimyasal “silahların” hepsinin de patentini alıyorlar mı???

İşte orası bir muamma ve bana göre kesinlikle almıyorlar, sadece işlerine gelenlerin patentini alıyorlar, işlerine gelmeyenlerin almıyorlar, sırası geldiğinde bulunmaz Hint kumaşı gibi kullanmak üzere sonraya saklıyorlar!

Patentini almadıkları biyolojik silahları ve çözümleri işlerine geldiğinde ve sırası geldiğinde gözümüzün içine içine sokup sokmadıklarını, sorunu yarattıktan ve bir süre durumu izleyip, durum istedikleri kıvama geldikten sonra çözümü de gözümüzün içine sokup sokmadıklarını, tabi parasıyla, hem de tonla parasıyla, varın siz düşünün!

Mesela Çin’de kuş gribi çıktığında ve tüm dünyaya yayıldığında, Tamiflu adlı ilacını bulan şirket Bush döneminin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in ortağı ve aynı zamanda yöneticisi de olduğu Gilead Sciences adlı şirketti ve sadece bu işten dünya çapında 50 milyar dolar ciro yaptığı iddia edilmişti…

Eğer Tamiflu kullanılmasaydı, sadece Amerika’da 2 milyondan fazla kişinin kuş gribinden öleceğini de ayrıca Bush’un sağlık baş danışmanı Mike Leavitt iddia etmişti.

Hani derler ya, “şıracının şahidi bozacı, ya da tam tersi” diye, aynen o hesap, biri sorunu yaratır, öteki çözümü bularak ahmakları soyar, diğeri de kılıfı uydurur…

Diğer taraftan, Fransızların Pasteur Enstitüsü ta 2003’den beri envai tür SARS ve Corona virüsü geliştirmiş, bunların genetik kodlarının ve bu virüslere karşı geliştirdikleri ilaçların, aşıların da patentini almış, SARS ve Corona karışımı virüsün sadece numaralı adını koymamışlar, sonra da 2019’da piyasaya çıktığı için adına Covid-19 demişler, Allah bilir kaç bin tane, hatta milyon tane laboratuarda geliştirilmiş ve numarası çoktan verilmiş virüs vardır, daha peydahlanacak olan…

Dünyanın en büyük ve gelişmiş biyolojik ve kimyasal araştırma laboratuarlarından bir tanesi virüsün peydahlandığı Wuhan’da kurulmuş…

Şimdi sıkı durum…Wuhan’daki biyolojik ve kimsayal araştırma laboratuarını kuranlar kimler??? Fransızlar ve Çinliler…

Peki bu laboratuarın kuruluşunda bulunanlar kimler?

Dönemin Fransız sağlık bakanı Agnes Buzyn hanımefendinin kocası Yves Levy, ki kendisi bir immünoloji ve genetik uzmanı, aynı zamanda SARS ve Corona virüslerini patentleyen Fransız Pasteur Ensititüsü’nün en önemli demirbaşlarından bir tanesi!!!...

Filmin bir başka perdesinde, Almanya’da da 10.12.2012 tarihinde Robert Koch Enstitüsü başkanlığında Alman İnşaat ve Yerleşim Planı Müsteşarlığı, Halkı Koruma ve Doğal Felaketlere Yardım Müsteşarlığı, Güvenlik ve Bilgilendirme Müsteşarlığı, Tarım ve Beslenme Müsteşarlığı, Teknik Yardım Ulaştırma Birimi Başkanlığı, Özel Komando Birlikleri Komutanlığı, Alman ordusunun nükler, biyolojik ve kimyasal savaş uzmanları ve Paul Ehrlich Enstitüsü’nün işbirliğiyle hazırlanan SARS-Koronavirüs raporu Alman Meclisi'ne sunulmuş…

Yani neymiş mesele, herkes birbirinin ne halt ettiğinden haberliymiş ve olası her türlü senaryoya karşı gafil avlanmamak için hazırlıklıymışlar.

Anladık, Çinlilerin ve genel olarak Asyalıların abuk subuk, hatta iğrenç mi iğrenç bir yemek kültürü var, yılan, fare, kedi, köpek, çiyan, kırkayak, kertenkele, örümcek, böcek, hamamböceği hiç farketmez canlı cansız ne bulurlarsa çiğ çiğ yerler, bu iğrenç yemek alışkanlıklarını da filme çekip yayınlamaktan hiç mi hiç gocunmazlar…

Peki bu iğrenç yemek alışkanlıklarından virüs veya bakteri kaynaklı hastalıklar ortaya çıkabilir mi? 

Elbette çıkabilir canım!!!…

Ancak sorun şudur ki, bugün dünyanın başına bela olan “beyinsiz” virüslerin bazıları o kadar akıllıymış ki, gidip bir başka virüse yapışabiliyormuş, yapıştığı virüsle kafa tokuşturuyormuş, ahbap oluyormuş, “hade” diyormuş, “gel şu insanoğlunun başına bir çorap örelim, ilaç şirketleri biraz para kazansın, gene grak grak ederler parasızlıktan, eşşoğlu eşşekler yine bize muhtaç oldular” diyormuş, onun genlerini kendisininkine entegre ediyormuş, bazıları ise yaşadığı ortamı beğenmiyormuş, hayatta kalmak için şekil değiştiriyormuş, böylece mutasyona uğruyorlarmış…

Hani laboratuarda bilim adamı kılığındaki şeytanların yaptığı işleri virüsler kendi başlarına da zaten yapabiliyorlarmış, çünkü bu beyinsiz virüslerin kendi doğal laboratuarları varmış, hep beraber oturup insanoğlunun kafasına nasıl çorap öreceklerini hesaplayıp, kitaplayıp, arada da Capuccinolarını yudumlayarak, işi bitiriyorlarmış!!!

Biz kerizler de kerevizle soslanmış yarasalı virüs çorbasını afiyetle yutuyormuşuz!!!

Sonra da Cübbeli’ye gidip, muska sardırıyormuşuz, ortalıkta ne kadar din sömürgeni kemirgen varsa, cincisinden, üfürükçüsünden, cartcısından, curtcusundan, sakalının boyunu gavur icadı cetvelle ölçen hollodisinden medet bekliyormuşuz!!!

Bu arada da, Almanı, Fransızı, Amerikalısı, Japonu, Çinlisi, Rusu olası en kötü senaryoları çoktan öngörmüşler ve altyapılarını çoktan hazırlamışlar, darbeyi hafif sıyrıklarla atlatmayı başarıyorlar.

Öyle ki, pandemik dünyayı tam anlamıyla sararken, ekonomik, psikokolojik ve sosyolojik olarak yerle bir ederken, tüm önyargıları ve cehaletten kaynaklanan batıl inançları silip süpürürken,  sadece ekonomik ve bilimsel yönden sağlam olanların ayakta kalacağı bir süreç başladı ve ekonomik ve bilimsel yönden sağlam olmayanlar yerle bir olana kadar, bu çapsızlar tayfası tam olarak ekonomik ve bilimsel yönden sağlam olan ve üst akılla yönetilenlere kayıtsız şartsız muhtaç ve teslim olana kadar da bu süreç devam edecek…

Ne alem ama!

Ve gelelim "üst akılın hedefine", korona vakaları öyle bir milyara filan ulaşmadan, muhtemelen birkaç milyona ulaştığında ve dışa bağımlı olan ülkeler ekonomik ve psikolojik yönden tamamen çökertildiğinde,  aşı ve ilaçlar piyasaya çıkacak ve millet korkuyla aşılara ve ilaçlara saldıracak...
Tanesi 20 dolardan satılsa, dünyanın sekiz milyara yaklaşan nüfusunun beş milyarı bu aşıları ve ilaçları kullansa, ilaç şirketlerinin cebinde en az 100 milyar dolarcık cukkadan hazır...

Cahil cühelaya muskanın tanesini yüz dolara satan üfürükçülere tanesi bin dolar desen, yine alacaklar…
Dünyayı yöneten üst akıl tayfası, bunları ve bundan sonrasını çok çok iyi hesaplamıştır...
Varsın bu hödükler ve onların varlığından beslenen güruh biraz panik yaşasın, birazı temizlensin, doğanın kanunu olarak kurunun yanında yaş da yansın, ama bu dünyayı yöneten üç güçten (silah, enerji ve ilaç sanayisini elinde tutanlar) biri olan ilaç sermayedarlarının bazıları da köşeyi dönsün, çünkü sıra onların sırası, nasılsa enerji şirketleri ve silah şirketleri son on yılda BOP ile cebini doldurdu, sıralarını şimdilik savdılar...
Her on senede bir ya ilaç şirketleri, ya "savaş" şirketleri, ya da enerji şirketleri dünyayı kasıp kavurarak, banka hesabını biraz düzmelidir, bu arada hedefe koydukları da biraz dümdüz edilmelidir, bir taşla iki kuş vurulmalıdır, hem cep doldurumalıdır, hem de “üst akıllara” haddini bilmeden baş ağrısı verenler “üst akıllılara” biraz daha bağımlı hale gelmelidir...

Ve “demek ki” diyelim…

Demek ki keramet neymiş, Tanrı’ya inanıp temiz yürekli olmakmış, ama bilimi de en üst seviyede sahiplenmekmiş…

Demek ki Tanrı’ya giden yol vicdan sahibi olmaktan geçermiş, kullarına en doğru şekilde hizmet etmek için de bilimi en üst seviyede “insanca” kullanmaktan geçermiş…

Demek ki doğru yol, Tanrı’yı kendi çıkarları doğrultusunda kullanan sapık ve vicdansız mahlukatların yarattığı cemaatlerden, tarikatlardan, çetelerden, şeyhlerden, şıhlardan, zırcahiller sürüsünün Tanrı’yı ve vicdanı sömüren düzeninden geçmiyormuş…

Demek ki, bu çapsızlar tayfasının esir aldığı ülkeler ve halklar basit bir virüscüğün karşısında tıpış tıpış dize geliyormuş, yaşamak için çaresizce bilim üretenlere ihtiyaç duyuyormuş, böylece ülkenin milli serveti de dışarı kaçıyormuş…

Demek ki, bu uğursuzlar tayfası, ki en tehlikeli virüsten daha bulaşkan, daha zehirli ve daha zararlıdırlar, bir ülkenin, bir halkın gelişmesinin ve kendi kendine yetmesinin, ve keza bir ülkenin sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin başkaları tarafından sömürülmesini engelleyecek akılların da önündeki en büyük engelmişler…

Papa bile kuyruğunu kıstırıp, Vatikan’ın inlerle cinlerin top oynadığı boş sokaklarında, çevresinde goril kılıklı korumalarıyla göstermelik bir tur atıp da koştura koştura deliğine kapandığında, onu deliğine kapatan Allah korkusu değil, Korona korkusuydu…

Tıpkı din bezirganlarını deliklerine soktuğu gibi…

Neymiş mesele efendim, Papa da, din sömürgeni diğer virüsler de anlamış ki gerçek virüslerin Allahı yokmuş…

Tıpkı kendilerinin var olduğunu iddia ettikler, ama aslında olmadığı gibi…

Allah korkusu olmadan Allah’ın üzerinden kullarını sömürenlerin hakkından yine Allah korkusu olmayan ama kul tarafından yaratılmış bir virüscük geliyor…

Ne tiyatro ama!!!

Öyle değil, işte böyle oynanır bu oyun…

Hade buyurun korona çorbalı ziyafet sofrasına…

Alman’ın Mercedes’ini, Fransız’ın Reno’sunu sürersiniz, Çin’in her türlü ıvırını zıvırını evinize doldurursunuz da korona virüslü çorbasını yemez misiniz!!!

Hade afiyet olsun, çarıklılar tayfası…

Yiyeceksiniz, isteseniz de istemeseniz de bu kafayla yiyeceksiniz ve, ne yazık ki, biz de sizinle beraber yemek zorundayız…

Sevindirici olan şu ki, bugüne sayenizde hep biz yiyorduk, bu sefer ise hep beraber yiyoruz, hep beraber korkuyoruz…

Bu sefer parayla değil, sırayla…

Geçmiş ola…