Yine becerdik…

Ediz TUNCEL

Kendimi bildim bileli, bu ülkede kesintisiz olarak üç şeye şahit oluyorum: Rumlarla kavga, kendi kendimizle kavga, Türkiye ile kavga…

Türkiye ise hem bizimle kavga ediyor, hem de jeopolitik konumu ve emperyalist politikaların merkezinde olması nedeniyle yakın ve uzak çevresinde bu politikalarla ilgili olan herkesle kavga ediyor…

Rumlar ise sadece Türkiye ile kavga ediyor, geriye kalan herkesle “güzel güzel” anlaşıyor…

Üstelik de bu kesintisiz bir süreç halinde gidiyor.

Türkiye’nin emperyalizmin dolapları arasında dönerken herkesle sürekli bir kavga içinde olması normal ve doğal, bu süreç Ortadoğu’daki enerji kaynakları tükenene kadar da devam edecek.

Ancak Türkiye’nin gelen giden iktidarlarının hepsinin de kendi kafasına göre bir politika izlemesi, bu politikaların tümünün birbirinden tutarsız olması, her bir iktidarın içte veya dışta gereksiz çatışma politikaları gütmesi günün sonunda Türkiye’nin ciddi şekilde istikrarsızlaşmasına ve Kıbrıslı Türkler ile de arasının ana-yavru saplantısı nedeniyle sürekli bozuk olmasına vesile oldu.

En nihayetinde ve tarihte ilk kez olmak üzere, bir KKTC Cumhurbaşkanı, Mustafa Akıncı ile Türkiye iktidarı açık açık ters düştü.

Cumhurbaşkanı Akıncı seçildikten sonar Kıbrıs sorunundaki politikaları Türkiye iktidarı ile uyumlu götürmeye çalıştı, ancak baktı gördü ki olmadı, kendisi de bir yere varmayan, kısır bir döngüye hapsedilmiş bir süreçte ciddi bir itibar ve güven erozyonuna uğradı, neticede ipleri eline almaya karar verdi.

İşte bu noktada, Kudret Özersay faktörü ortaya çıktı ve bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek,  Akıncı’ya karşı AKP ile aynı saflarda yer aldı, hesapsız kitapsız bir şekilde Anastasiadis’in tuzağına düştü, iktidarda bulunduğu süre içinde muhalefetteki söylemlerinin tümüne ters düştü, tek bir dediğini gerçekleştiremedi, sonuçta  Kıbrıs Türkü nezdinde itibarını kendi elleriyle sıfırladı,  ve partisi bir sonraki seçimde belki de barajı bile geçemeyecek duruma düştü.

Kıbrıs sorununun gidişatıyla ilgili bazı öngörülerinde kısmen haklı olsa da (Rumların iktidarı ve ellerindeki her türlü gücü paylaşıma yanaşmayacakları konusundaki görüşlerine ben de katılırım – keşke yanılsak), Özersay’ın bu saatten sonra haklı tarafı değil, haksız tarafı akıllarda kalacaktır.

İşte bu durum da önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminin galibini de şimdiden belirledi.

İtibar ve güven erozyonuna uğrayan Akıncı, Kıbrıs’ın entrikalarla dolu kumar masasındaki en önemli aktörlerden biri olarak eline verilmiş kartların işe yarayacağını gördü ve bu saatten sonra kaybedecek birşeyi de olmadığını bildiği için tarihin çöplüğüne gidecek başarısız bir Cumhurbaşkanı ile en azından 70 senedir sürgit olan Kıbrıs sorununu sonlandıracak ve tarihin başarı liderler sayfalarına girebilecek bir Cumhurbaşkanı arasında bir tercih yaptı,  karşı saldırıya geçti.

Akıncı’nın bu hamlesi bir anda adadaki siyasi dengeleri ve kafalardaki algıları da değiştirdi.

Tamamen durağanlaşan görüşmeler süreci bir ivme kazandı, Akıncı ise, görüşmeler süreci yine başarısız olsa bile,  başarısız bir Cumhurbaşkanı olarak tarihin çöplüğüne gitmekten kurtuldu, en azından elinden geleni yapan bir siyasi lider olarak hafızalarda kalmaya aday oldu.

Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine çok da uzun bir süre kalmadı, bir yıldan kısa bir süre kaldı ve anladığımız kadarıyla Akıncı bu süreyi bir çözüme ulaşmak için sonuna kadar kullanacak.

Akıncı’nın karşısına olası adayları çıkaracak olan iktidar ve muhalefet partileri ise hala kaçak dövüşüyor ve bir türlü adaylarını belirleyemiyor.

Hoş, bu saatten sonra aday maday belirlemeseler de olur, nasılsa sağı da solu da ortası da Akıncı’ya gelecek seçimin zaferini altın tepside sundular…

Önümüzdeki aylarda Akıncı’nın bir taraftan Rum tarafıyla çekişmesini, diğer taraftan da AKP iktidarıyla çekişmesini izleyeceğiz.

Gidişat bir sonuca varır mı, bence varır gibi.

Varması da lazım, özellikle Doğu Akdeniz’deki enerji politikalarının daha güvenlikli bir şekilde herkes için fayda sağlayacak şekilde yönetilmesi için ortak akılla bir sonuca varılması, vardırılması lazım,  aksi takdirde 1974’de İngiltere Dışişleri Bakanı Callaghan’ın öngördüğü kehanet devam edecek: Bugün Türkiye olarak Kıbrıs’ı esir aldınız, ama yarın Kıbrıs’ın esiri olacaksınız…Ve Türkiye ve Kuzey Kıbrıs “Kıbrıs sorununun esiri olmaya devam ederken” Güney Kıbrıs da sürekli bir gerilim ve huzursuzluk içinde olmaya devam edecek.

Bu konuda biraz gerilere gidelim, biraz da tarih sayfalarını karıştıralım.

Aslında şu tarihimizi adam gibi yazacak cesaretimiz olsa, bizi bugünlere getiren süreçleri gerçekçi gözle görsek, kabullensek, diyeceğiz ki İnönü ve CHP 4 Mart 1964’de 186 sayılı BM kararına imzayı atarak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni altın tepside Rumlara sundu, sonrasında ise Ecevit de o zamanki AET’nin (AB’nin önceki adı ve hali) tüm ısrarlarına rağmen 1978-79’da AB’ye girmeyi şiddetle reddetti, önünü göremedi,  ve iç tribünlere oynayarak milliyetçi kesime de şirin görünmek için “Yunanistan ortak, ben Pazar olmam” dedi, AB’nin Amerikan emperyalizmine karşı bir güç olarak kurulduğunu fark edemedi, Amerika’nın arka bahçesi olarak kalmayı tercih etti ve Türkiye’ye Cumhuriyet tarihinin en büyük kötülüğünü yaptı.

Muhterem Ecevit bunlarla da yetinmedi,  bir taraftan koltuğu kollamak ve emperyalizmin uşağı olan kökten dincilere de şirin görünmek  için Amerikan emperyalizminin Yeşil Kuşak projesinin uşaklarından Fetullah’a methiyeler düzerken diğer taraftan aynı projenin uşaklarından PKK’nın önünü açtı,  hem de yine aynı projenin ürünü olan askeri darbelerin önünü açılması için gereken zaafiyeti gösterdi.

Nasıl mı? Amerikan emperyalizmin uşakları ve ajanları Türkiye’nin altını üstüne getirirken ve kardeş kanı dökülmesi için ellerinden geleni yaparken, emperyalizmin esas hedefinin ülkede kaos yaratılarak toplumun bir askeri darbeyi özler hale getirilecek şekilde dizayn edildiğini göremedi, toplumun kulağına hoş gelecek boş hikayeler okumaya devam etti, sonuçta hem kendisi hem de ülke tepetaklak gitti…

Kıbrıs konusunda da yine aynı şekilde davrandı ve Kıbrıs’ta çözüm için önüne çıkan tüm fırsatları tepti ve ucuz kahramanlık tasladı, “Kıbrıs Fatihi Karaoğlan” lakabının keyfini çıkarmayı tercih etti, günün sonunda Türkiye’yi bu konuda tam bir felakete sürükledi, ipler Türkiye’nin elindeyken fırsatı kullanıp da lehine olan kozları kullanamadı, iç politikada rant elde etmek için dış politikada Denktaş’ın dümen suyuna girmeyi tercih ederek hem Türkiye’yi hem de bizi bataklığa sürdü, sonra da son iktidar döneminde bize abuk subuk laflar ederek gitti…

Günün sonunda tam bir çıkmaza dönüşen bu garabet yapı ve gidişat, AKP’nin ilk yıllarında Türkiye Başbakanı olan Abdullah Gül’ün “Yeter artık bu kadar kepazelik, nereye kadar sürtüşme, bunun kimseye faydası yok…” diyerek Kıbrıs’ta Kuzey ve Güney arasında kapıları açtırmasına ve savaş ortamını daha barışçıl ve sakin bir ortama döndürene kadar sürdü…

Ancak AB’ye giren, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne hükmetme yetkisini resmen elinde tutan ve BM’nin ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin, İsrail gibi süper güçlerini yanına çeken Rumlar 74’den sonra planlı ve bilinçli bir ekonomik ve siyasi çizgi izledi, Türkiye’yi ve bizi köşeye sıkıştırdılar, bu yüzden de hiçbir şey vermeden alabilecekleri herşeyi alma derdine düştüler (Özersay’ın bu konuda bugüne kadar ortaya koyduğu tek gerçekçi argüman da budur, ancak bunu sadece o değil, herkes görüyor, söylenmesine bile gerek yok).

Diğer taraftan da Kıbrıs’ın güneyinde tüm dünyanın füzelerle ve ağır silahlarla donatılmış en güçlü ada ordusunu oluşturdular.

Şimdi ise bizim ve Türkiye’nin halini görünce, taviz verecekleri bir anlaşmaya kesinlikle yanaşmıyorlar, yanaşmayacaklar da…

İşte bu şartlar altında, Cumhurbaşkanı Akıncı bir çözüme ulaşmak için hem Rumların ayak oyunları ve entrikalarıyla, hem de mevcut Türkiye iktidarının Kıbrıs konusunda izlediği bir başka Ecevit siyaseti versiyonuyla uğraşmak zorunda.

Eğer Abdullah Gül dönemindeki AKP iktidarı Denktaş’ın yarattığı siyasi enkaz ile uğraşmak zorunda kalmasaydı, muhtemelen Kıbrıs’ta bir çözüm daha erken gelebilecekti.

Ancak Rumların Annan Planı’nı reddetmesiyle birlikte işler daha da sarpa sardı, Rumlar atı aldı ve Üsküdar’ı tek başlarına geçti, yoluna devam etti…

Biz ise kendi eksenimizde fır dönmeyi, bal yapmaz arı gibi vızıldamayı, kendi elimizle yarattığımız kaosa mahkum olmayı, gün geçtikçe daha kötüye gitmeyi, memleketi yalana ve talana teslim etmeyi, Rumların da ekmeğine tereyağla bal sürmeyi bir kez daha becerdik…

Annan Planı’ndan beri yerimizde bile sayamadık, nüfusunu bile bilmediğimiz küçücük bir toprak parçasında bugüne kadar binbir zorlukla elde ettiğimiz üniversiteler ve turizm gibi kazanımlarımızı bile kaybetme tehlikesiyle ciddi ciddi karşı karşıyayız.

………………………..

Çatalköy’de askerin cephaneliği bir sebepten dolayı patladı, bahaneyi bulan çeneler ise açıldı…

Böyle kazalar elbette olmamalı, olmaması için her türlü tebdir alınmalı, ama insanoğlunun yapısında var, akla hayale gelmeyen dikkatsizlikler yapar, ya kasten ya da dikkatsizlikten böyle hatalara, felaketlere neden olur.

Bu patlamada iki ihtimal var, ya sabotajdır, ya da ihmalden kaynaklanan bir kazadır.

İhmal ise, muhtemelen ya üretim arızalı ya da kullanılmış ve patlamamış, sonradan da imha edilmemiş bir mühimmatın sebep olduğu bir felakettir.

Başka da açıklaması yok.

Öyle iddia edildiği gibi ot yangını çıktı da cephanelik patladı diye birşey olamaz, hiçbir cephanelik ot yangınından patlayacak şekilde inşa edilmez…

Havan, top mermisi gibi patlayıcı mühimmatlar bir tek yöntemle çalışır, ucundaki tetik mekanizması hedefe vurduğunda aktif olur ve merminin içindeki patlayıcıyı ateşler, patlama gerçekleşir, yok eğer patlayıcıyı aktif hale getirecek tetik mekanizması hedefe ilk temas halinde çalışmazsa ve mermi patlamazsa, o mermi her an patlayabilecek aktif bir bombaya dönüşür, yapılacak en iyi şey onu olduğu yerde imha etmektedir.

Bir de milyonda bir ihtimal de olsa, üretim sırasında arızalı üretilip, her an kendiliğinden patlayacak şekilde kullanıma verilen patlayıcı mühimmat vardır ki bu bir piyangodur, artık kime çıkarsa…

Çatalköy’deki olayda can kaybı olmaması, özellikle askerlerden kimsenin hayatını kaybetmemesi muhtemelen oradaki emir komuta merkezinin başında duran şahsın veya şahısların durumun vahametini önceden görüp de akıllıca bir kararla çabuk davranarak askerleri güvenli bir bölgeye almasındandır.

Aksi takdirde çok ciddi sonuçlar ortaya çıkacaktı.

Bu arada, cephanelik patlayınca, bizim pusuda bekleyen fırsatçıların da çeneleri resmen patladı…

Efendime söyleyim, askere ve silaha hayırmış, asker yerleşim yerlerinden çekilsinmiş, askersiz ve silahsız bir dünyaymış, savaşsız ve silahsız bir dünyaymış, savaşma sevişmiş, miş, miş, muş, muş, sırala gitsin…

Çeneler bir kez patladı ya, tutan mı var!

Kardeşim 74 sonrasında askeri bölgelerin hemen tümü meskun mahal olmayan, insanlardan  olabildiğince uzak yerlere konuşlanmıştı.

Bir arkadaşın da dediği gibi, bacak kadar bir ülkede ne kadar uğraşırsan uğraş, öyle ya da böyle meskun mahallere de yakın kalırsın, bu da bir gerçek.

Sonra sen memleketi ranta teslim ettin, geldin askeri tesislerin dibine kadar bina diktin.

E, hasbelkader bir kaza olursa, sivil ahali da can veya mal kaybına uğrarsa, bunun sorumlusu asker midir?

Asker sivil yerleşim yerlerinden uzaklaşsın diyorsun, uzaklaşsın da dibine kadar giren sensin, askere gidecek yer de bırakmadın, asker nereye gitsin, yerin altına mı insin, uzay üssü mü kursun!!!

Gelelim savaşsız, silahsız, askersiz bir dünyaya!

Var mı öyle bir diyar, öyle bir dünya!

Gündüz gördüğünüz rüyaların haricinde varsa öyle bir diyar,  söyleyin de biz de gidelim…

Rum tarafı dağı taşı füzelerle, ağır silahlarla doldurdu, o tarafta bir Allah kulu çıkıp da silahlanmayı bırakalım, silahsız ve askersiz bir dünyada yaşayalım demiyor…

74’de emperyalizmin böl-yönet politikasına alet olarak bu herifler bize saldırırken tankları topları vardı, bizimse av tüfeklerimiz ve piyadelerimiz vardı, hiçbir zaman silahsızlanma taraftarı da olmadılar, söylemleri sadece lafta kaldı, icraatları ise tam tersi oldu, bunu da hatırlayalım lütfen.

Ha, günün sonunda samimi olduklarını gösterir ve tanklar, uzun menzilli toplar, füzeler gibi ağır silahları adadan uzaklaştırırlarsa, sadece savunma amaçlı hafif silahlar kalırsa, o zaman bu konuda da anlaşırız.

Bugün dünyada her türlü silahlı tehdide karşı korunma ihtiyacı vardır, bizim de vardır, Rumların da vardır, başkalarının da vardır ve rant uğruna, emperyalizm uğruna dünyayı yakıp yıkanlar var oldukça, silahlı kuvvet ihtiyacımız olacaktır da…

Aksi takdirde, Allah göstermesin ama, ihtiyaç olduğunda ailelerimizi, toprağımızı, evimizi barkımızı korumak için ağzımızı ayaza açmak, “dur kardeşim, ben barışçıyım, silahı sevmem, savaşmam sevişirim” demek bizi kurtarmayacak, varlığımıza tecavüz etmek isteyenler bir direniş görmezlerse anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getireceklerdir…

Hayallerle değil, dünya gerçekleriyle yaşarsak, kafamızı kumdan çıkarıp da yakın çevremizde olan biteni görürsek, güvence altına alınmamış özgürlüğün özgürlük değil de esarete dönüşebileceğini idrak edersek, belki biraz daha insanca yaşamayı öğreniriz…