• BIST 9079.97
  • Altın 2325.218
  • Dolar 32.3458
  • Euro 34.9467
  • Lefkoşa 13 °C
  • Mağusa 17 °C
  • Girne 16 °C
  • Güzelyurt 14 °C
  • İskele 17 °C
  • İstanbul 13 °C
  • Ankara 12 °C

Mafyanın polis “sevgisi”, uluslar arası dengeler…

Ediz TUNCEL

74 sonrasında tanınmamış, dışlanmış bir devlet ve toplum statüsüne girdik ya, memleket resmen sorma
gir hanına dönüştü, Doğu Akdeniz coğrafyasında boyutuna göre en çok suç işlenen toprak parçası haline
geldik…
İpini koparan mafya bozuntusu, haraççısı, rüşvetçisi, uyuşturucu pazarlayıcısı, kara para aklayıcısı,
pezevengi ve bilimum “mikrop türevi” bizim bir karışlık memlekete doluştu.
Bunların bu memlekete doluşmasına sebep olanlar ise tartışmasız şekilde bizim “basiretsiz”
siyasetçilerdir.
Peki bunlarla kim mücadele edecek?
Polis!
Hangi polis?
Nüfusunu bilmediğimiz bir toprak parçasında en az bin eksik personelle, organize suç ve suçlularla
mücadele edebilmek içinihtiyacı olan yasaların hiçbirine sahip olmadan suçla mücadele edecek diye
uğraşan polis.
Sonra bir bakıyorsunuz, mafyanın tetikçilerinin sözde özgür basın kılıfıyla gazete adı altında çıkardıkları
paçavralarda boy boy polis müdürlerinin tamamen dedikodu içerikli haberleri yer alıyor!
Polis Genel Müdürü Süleyman Manavoğlu, PGM 2. Yardımcısı Hüseyin Yeşildağlı, Lefkoşa Polis Müdürü
Ahmet Soyalan sürekli olarak hedefte!
Kim tarafından?
Memleketin her tarafını örümcek ağlarıyla sarmış olan mafya türevlerinin tetikçileri tarafından…
Belli ki mafyanın mikrop türevleri bu polis müdürlerini çok seviyor, dertlerinden yalınayak yatıyorlar!
O kadar seviyorlar ki, “rüşvet yediler, görevlerini kötüye kullandılar” gibi suçlamalar getiremiyorlar,
amma ve lakin, memleketin dingonun ahırı olduğunu bildiklerinden ve yapanın yanına kar kaldığını da
keza gayet iyi bildiklerinden dolayı, “hizaya” getiremedikleri ve kendileri için sürekli tehdit olarak
gördükleri polis müdürlerini prestij ve haysiyet erozyonuna uğratmak için “dedikodu” mekanizmasıyla
ellerinden geleni sistematik bir şekilde yapıyorlar.
Bu arada, sadece mevcut müdürleri hedef tahtasına koymuyorlar, onların yerine er ya da geç gelecek
olanlara da gözdağı veriyorlar, “bakın ha, ya hizaya girersiniz, ya da size de bunlara yaptıklarımızı yaparız,
ona göre” mesajlarını veriyorlar…
Yani, anlayacağınız, sistematik bir yıldırma harekatı uyguluyorlar.
İşin ilginç tarafı, siyasiler de bunlara göz yumuyor!
Hatta taraf bile oldukları oluyor, CTP’nin bir dönem Pervin Gürler’e karşı yaptıklarını, ne siyasi ahlağa ne
de insanlığa sığmayan etik dışı tavırlarını, yayınlarını da henüz unutmadık!
Peki nedir mafyanın “mikrop türevlerinin” istedikleri?
Çok basit aslında…İstedikleri tek şey, kendi parmaklarının ucunda döndürecekleri, biat ettirecekleri, “yat
arap kalk arap” pozisyonunda emirlerine amade olacak türden bir polis teşkilatı ve polis müdürler
istiyorlar…
Bunlara göre polisin yapması gereken en önemli şey, mahallede fal bakarken anlaşamayan Ayşabaynan
Fatmabanın tartışmasını çözümlemekle sınırlı olmalıdır, mafyanın mikrop türevlerinin işlerine polis asla
karışmamalıdır, karışacak olursa da rüşvet niyetine ağzına bir parmak bal çalınıp susturulmaya razı
olmalıdır.
İşte bu yüzden bu memleketin her köşesini sarmış olan mafyanın mikrop türevleri, poliste üst düzey
görevlere kim gelirse gelsin, hizaya getiremediklerine sistematik şekilde saldırmaya devam edecektir, ve
eğer becerebilirlerse, kurdukları baskı ile polisin üst düzey yönetim noktalarına kendi “piyonlarını”
getirmek için ellerinden geleni yapmaktan geri durmayacaklardır.

Eğer becerirler de “hizaya çekemediklerini” hizalarına çekerlerse, o zaman adına gazette dedikleri
paçavralarında ve internet sitelerinde o polis müdürlerine methiyeler düzmeye başlayacaklardır…
Mafyanın mikrop türevlerini iyi izleyin, ne zaman ki mafyanın bir mikrop türevi basını kullanarak bir polis
müdürü için hiçbir temeli olmayan, dedikodu mahiyetinde abuk subuk açıklamalar yaparsa, anlayın ki o
polis müdürünü veya müdürlerini “satın alamamıştır, hizasına çekememiştir, kendisine karşı açık bir
tehdit olarak görmektedir”…
Ne zaman ki bir mikrop türevi bir polis müdürüne söverken diğerini yerlere göklere sığdıramıyorsa, o
zaman o polis müdürünün o mikrop türevi ile ilişkilerini her yönüyle mercek altına almak lazımdır!
Bu mikrop türevleri arada bir de, polisin askere bağlı olmasından dolayı, dolaylı olarak askeri de bu çirkef
deryasının içine çekmeye çalışmaktadır.
Ancak, sert tepki göreceklerini bildiklerinden, sadece “arada bir” gündemi gergin tutacak şekilde etkisiz
bir taş atıp, geri kaçmaktadırlar.
Peki bu namussuzlar tayfası bu kadar cesaretliyken sözde devleti yöneten siyasetçilerimiz memleketi
“temiz tutmak” için 44 seneden beri ne yapıyor ki memleket bu kadar kokuşmuş, herşey bu kadar ayağa
düşmüş durumda!!!
………………………….
Rum tarafı özellikle Anastasiadis döneminde çok büyük oynadı ve tam anlamıyla da oyunu kazandı!
Önce Klerides döneminde “olası bir çözümün kapsamında değerlendirilmek üzere rafta bekletilen” enerji
siyasetine bodoslama daldı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika Arap Baharı denen rezillikler sürecinde tam bir
vahşet sürecini yaşarken İsrail ile işi bitirdi, arkasından da ABD, Fransa, İtalya, Rusya, Mısır gibi aktörleri
enerji siyasetinin tam merkezine çekti, Türkiye’ye ve Kıbrıs Türküne karşı “delinmez” bir kalkan
oluşturdu.
Rum tarafı tüm Kıbrıs adına AB üyesi olduğu için de yanında doğal olarak 27 müttefiki daha var.
Çin’in bile zaman zaman sadece Rum tarafının lehine olacak şekilde siyasi tavır takındığını gördük.
Tüm siyasi ve hukuki kozların Rum tarafının eline geçmesi 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı BM kararıyla
başladı, BM’nin 540, 541 ve 550 sayılı kararlarıyla da devam etti ve tüm kararlar Rum tarafının eline
tartışmasız şekilde siyasi ve hukuki güç verdi.
Türkiye bu kararlar alınırken resmen “uyudu”, 186 sayılı BM kararını da kendi eliyle imzaladı ve aslında
60 yıla yakın bir süredir devam edecek şekilde kendi ayağını “kelepçeledi”…
Bütün bunlar yetmemiş gibi, Çiller hükümeti döneminde Türkiye Gümrük Birliği’ne girecek diye Rumlara
AB kapısı sonuna kadar açıldı ve birkaç yıl sonra da Rumlar AB üyesi oldular, sonra da bu birlik ile öyle ya
da böyle bir çıkar dayanışması içinde olan diğer siyasi güçleri de arkalarına aldılar.
Arkasından da hızlıca enerji siyasetini geliştirdiler ve buna bağlı olarak savunma ve ekonomik işbirliği
anlaşmaları yaptılar.
Türkiye ve Kıbrıs Türkü tam anlamıyla yalnız kaldı.
Son yıllarda PKK ve FETÖ belalarının tescilli proje sahibi olan ABD de Türkiye’yi darbelemeyi alışkanlık
haline getirince Türkiye ile Rum tarafının destekçileri arasında ipler iyice gerildi.
İşte bu noktada, AKP hükümeti, iktidara geldi geleli belki de ilk kez Türkiye’nin lehine olacak şekilde
bölgedeki dengeleri tam olarak değiştiremese de, sarsacağı kesin olan bir adım attı ve Rum tarafının can
ciğer dostu olan Rusya ile yakınlaşarak S-400 füze savunma sistemini Rusya’dan satın aldı…
Bu hamlenin anlamı şudur: Düşmanları böl, biriyle çıkarlarını örtüştür ve o birini kendi saflarına çekerek
pasifize et, diğerinin de hesaplarını alt üst et…
Nasıl mı?
Birincisi, S-400 hamlesiyle Türkiye Rusya’yı Rum tarafının körü körüne destekçisi pozisyonundan çekip
aldı, kendi saflarına doğru yakınlaştırdı.

İkincisi, Doğu Akdeniz coğrafyasında Türkiye’yi sürekli şamar oğlan haline getiren ABD’nin emperyalist
politikalarının tescilli düşmanı Rusya ile yakınlaştı, ABD’nin Türkiye’ye karşı aklını başına toplamasına
vesile oldu…
Üçüncüsü, AB ve ABD’nin Türkiye’yi gözden çıkarmalarının zincirleme olarak ne kadar büyük bir sorunlar
yumağı yaratacağını anlamalarına da vesile oldu (İşte bu yüzden Türkiye’deki seçimler süresince Türkiye
ekonomisi dış kaynaklı olarak darbelenmedi…)
Peki, Türkiye bu süreçte yaptığı karşı hamle ile kazandı mı?
Hayır, kesinlikle kazanmadı ama kaybeden olma pozisyonunda şu an için çıktı ve kazanan olabilme
potansiyeli olduğunu da gösterdi.
Peki bundan sonraki süreçte ne olur?
Aslında cevap çok basit, çok ama çok basit…
Türkiye bir hamle daha yaparsa, örneğin Amerika’nın İncirlik Üssü’nü kapatırsa, Doğu Akdeniz
bölgesindeki enerji siyasetinin güvenlik merkezi olan İncirlik üssünü pasifize ederek ABD’nin
Ortadoğu’daki emperyalist politikalarını darmadağın etmeye ve artık bölgede ABD’nin şamar oğlanı
olmamaya kararlı olduğunu bir daha gösterir…
İşte bu noktada Rumların şımarıklığına da “birilerinin” dur deme ihtiyacı doğar…
Artık küçük ayak oyunlarının zamanı geçti, büyük oyunların zamanı geldi…
Aksi takdirde, Anastasiadis gibi şeytani zekaya sahip politikacıların sırf “gırgır” olsun diye Akıncı ve
Özersay gibi her atılan oltaya, ağa takılmaya hazır siyasileri, onların zaafiyetlerini kullanarak onları
birbirine nasıl düşürdüğünü, gündemi abuk subuk şeylerle işgal ettirdiğini, dört bir tarafımızı ustalıkla
örümcek ağlarıyla ördüğünü, bu arada da bilmem kaçıncı defa Üsküdar’ı geçtiğini sayısız kez göreceğiz…
Aslında sürecin nerelere varacağını, emperyalist politikalarla neler hedeflendiğini ve nasıl
sonuçlanacağını, hatta ne yapılması gerektiğini, Türkiye’nin ABD için sadece bir piyon olduğunu ve asla
yönetmen veya aktör olmasına izin verilmeyeceğini, özellikle de bölgedeki dengelerde söz sahibi olan bir
aktör olabilmek için Rusya ile savunma ve ekonomi bakımından daha sıkı ilişkiler içine girilmesi
gerektiğini daha Obama ABD’ye başkan adayı gösterildiğinde yazmaya başlamıştık.
On yıldan daha uzun bir süreden bahsediyoruz…
Bizim gibi sıradan insanların görebildiğini koskoca devletleri yönetenlerin görememesine anlam vermek
mümkün değil.
Ha, unutmadan, Maraş’ı açmak mı dediniz???
Güldürmeyin adamı, açabilecek olsaydınız 44 sene önce açar, orasını da ganimet furyasına dahil eder,
siyasi haraç olarak harcardınız…
Değil Maraş’ı açmak, mevcut durumda oradaki farelere bile hükmünüz geçmez!
Oturun oturduğunuz yerde de memleketteki onca abuk subuk soruna eğilin, en azından onlara çözüm
bulmaya gücünüz yeter…

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları