• BIST 9311.88
  • Altın 4344.503
  • Dolar 38.8487
  • Euro 44.8721
  • Lefkoşa 20 °C
  • Mağusa 21 °C
  • Girne 22 °C
  • Güzelyurt 17 °C
  • İskele 21 °C
  • İstanbul 17 °C
  • Ankara 11 °C

Ali Babacan: 28 Şubat, 27 Nisan bizim için neyse 19 Mart da odur; AKP seçmeninin en az yarısı İmamoğlu'na yapılanlar için "Bu kadar da olmaz ki" diyor!

Ali Babacan: 28 Şubat, 27 Nisan bizim için neyse 19 Mart da odur; AKP seçmeninin en az yarısı İmamoğlu'na yapılanlar için "Bu kadar da olmaz ki" diyor!
Ali Babacan: 28 Şubat, 27 Nisan bizim için neyse 19 Mart da odur; AKP seçmeninin en az yarısı İmamoğlu'na yapılanlar için "Bu kadar da olmaz ki" diyor!

Yine kısa zamanda o kadar çok şey yaşadı ki Türkiye, soluklanıp “Biz aslında ne yaşadık?” diye düşünüp, derinlemesine sorgulama vaktidir şimdi en çok. Biliyorum kimsenin uzun izahata sabrı yok, bir serumla ayağa kalkmak istiyorsunuz. Ama bazı hastalıkların nekahet dönemi uzundur, tedavi için önce cesaretle kan tablosuna bakabilmek gerekir. Türkiye tam da böyle, kronik hastalığa tutulmuş bir hasta gibi… DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın deyimiyle “Türkiye demokrasisi hasta ama ölmedi, nefes alıp veriyor, iyileştirmek için mücadeleye devam.”

Ali Babacan son dönemlerde çok aktif. Aslında partisini kurduğundan beri hep aktif ama aldığı net pozisyonlar son dönemde daha görünür hale geldi belki de. Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günden beri 18-19 Mart operasyonu için 28 Şubat ve 27 Nisan benzetmesi yapıyor… İçinden geldiği mahalleden gelecek tepkiye takılmadan. Muhtemeldir ki zaten amacı tam da bu; en can alıcı benzetmeyi yaparak muhafazakâr mahalleyi uyandırmak. Nitekim Adalet Kalkınma Partisi tabanının en az yarısının dahi “Bu kadar da olmaz” duygusunda olduğunu rakamlarla anlatıyor. Tam bir rakam, kitap, kural, prensip insanı zaten. İnsan onu dinlerken bu topraklarda siyaset iddiasında olmasına biraz da şaşırıyor belki. Sağdan sola, sekülerden İslamcıya ve milliyetçiye, siyasetin her renginde baskın olan genel davranış kalıplarına kafadan karşı çıkarak bu serüveni nerede tamamlayacağını merakla izleyeceğim.

Meslektaşlarım Ali Babacan ile uzun bir konuşma imkânı bulduklarında doğaldır ki en çok ekonomi konuşmayı tercih ediyor. Benimse merak ettiğim başka şeyler vardı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurucuları arasında yer alan Babacan, uzun süre Erdoğan’ın en güvendiği isimlerdendi. Uzun süre AKP kabinelerinin en genç ismi oldu. 2002 yılında ilk kez Ekonomi Bakanı olarak atandığında sadece 35 yaşındaydı. İçinden Başbakan Yardımcılığı, Dışişleri Bakanlığı ve AB baş müzakereciliği geçen bir kariyerden sonra veda etti AKP’ye. Ve bugün… eski partisi içinde kalanlardan tek bir kişiyle bile bir teması yok.

2023’te CHP kontenjanından meclise giren partilerden biri olan DEVA’yı ve Ali Babacan’ı ‘her an Erdoğan’a destek atabilecekler’ potasında görenlerin bu söyleşiyi daha dikkatli okumalarını öneriyorum. Babacan’ın da bir önerisi var ama size değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a… “Kendisine tavsiyem bırakıp Türkiye’de değişimin ve Türkiye demokrasisinin önünü açmasıdır” diyor. Çünkü Babacan’a göre aksi takdirde Erdoğan’ın tarihte sağlıklı bir iz bırakması mümkün olmayacak.

“Altın cinsinden borçlanma çok yanlış, arkadaşların yapmaması lazım”

-Malumunuz Mehmet Şimşek’in geçen hafta bir televizyon kanalının yayınında açıklamaları oldu. Bu yayında, 19 Mart’tan bugüne ilk kez bu kadar detaylı biçimde eleştirilere yanıt vermiş oldu. Ve rakamları ekonomistlerin çoğundan farklı yorumladı. Hatta “Aslında cari açığımız yok, altın hariç cari açık fazlamız var” dedi. Doğru mu bu, Türkiye’nin hakikaten cari açığı yok mu?

Sayın Şimşek'in söylediği teknik olarak doğru. Ama cari hesabın aritmetiğinde altın vardır. Her ülke altını da katarak hesaplar bunu. Asıl bakmamız gereken ise Türkiye’de bugün altın talebinin neden olduğu. Birincisi, vatandaşlarımız altını uzun vadede emniyetli bir tasarruf aracı olarak görüyor. Tabii detaylarına bakmak lazım, Merkez Bankası da eskisi kadar şeffaf değil ama bütün dünyada merkez bankaları da gittikçe dolar yerine altına dönen bir rezerv politikası da uyguluyor. Yani zaman içerisinde bizim Merkez Bankası da altına biraz ağırlık verdi. Ama Hazine’de tuttu, altın cinsinden borçlandı. Şimdi tabii bu daha önce hiç yapmadığımız bir şeydi. Hazine’nin altın cinsinden borçlanması diye bir şey yoktu daha önce. Bunu yapıyorsanız, altın fiyatları bu kadar yükselince, bunun devlete maliyeti epey pahalı olacak.

“KKM için sadece geçen sene ödedikleri kur farkı 800 milyar lira

“Merkez Bankası’na karşılıksız para bastırıp ödettiler

-Peki size göre Merkez Bankası neden daha önce yapılmayan bir şeyi yaparak altın cinsinden borçlanmayı tercih ediyor, hem de sadece Türkiye içinde değil uluslar arası olarak da bu kadar kırılgan bir dönemden geçerken?

Onu kendilerine sormak lazım. Mesela biz iç piyasada döviz cinsinden borçlanmayı kesmiştik, bitirmiştik. Onu da tekrar başlattılar, iç piyasada döviz cinsinden borçlanıyorlar. Bütün bunların hepsi Hazine’nin çalışma koşullarına bağlanıyor. Hazine’nin mutlaka bağımsız olması ve risk yönetimiyle çalışması lazım. Ne demek istediğimi anlatmak için bizim dönemimizden örnek vereceğim. Biz bir ‘middle office’ kurmuştuk, bir orta ofis. Bunun amacı da risk yönetimiydi. Devlet borcunun döviz kuruna ve faize olan bağımlılığını minimuma indirmek ve devlet borç stoğunun ileriye doğru ekonomik ve finansal depremlerden korunmasını sağlamak için bunu yapmıştık. Bunun sonucunda da 2008-2009 krizi gelip vurduğunda Türkiye’ye hiçbir şey olmadı, sapasağlam ayakta kaldık. Bunu sağlayabilmemizin nedeni risk yönetimini başarmış olmamızdı. Fakat iş döndü dolaştı nereye geldi? Rahmetli Özal'ın gençlere vasiyetle, “Aman bir daha ülkenin başını böyle büyük dertlere sokmayın” dediği Kur Korumalı Mevduatı (KKM) getirdiler tekrar. Yine Özal’ın ifadesiyle söylüyorum; “Bu kendini uyanık zannedenlerin dalaveresidir” diyor. O günlerin gazetelerin manşetlerindeki bu sözlerin kupürleri var elimde, isteyene çıkartıp gösterebilirim. Özal’ın bunu vasiyet etmesinden yıllar sonra tuttular şapkadan tavşan çıkartırcasına ekonomiyi kurtaracak formülün bu olduğunu ilan ettiler. Cevdet Yılmaz ile Mehmet Şimşek ekonomi yönetimine geldiklerinden beridir de yine bundan kurtulmaya çalışıyorlar. Ama o kadar büyük bir rakam ki, azalttılar azalttılar hala kurtulamadılar. Geçen sene sadece Kur Korumalı Mevduat için ödedikleri kur farkı 800 milyar lira. Hazine’de para olmadığı için de bunun tamamını Merkez Bankası'na karşılıksız para bastırıp ödettiler. Düşünün, 800 milyar lira!

“Devletin risk yönetimi anlayışı bitti, maksat günü kurtarmak”

-KKM’nin neden olduğu açığı kapatmak için Merkez Bankası’na karşılıksız 800 milyar lira bastırılmasının enflasyona yansıması kaç puan olmuştur sizce?

Onun hesabı çok zor olmayabilir. Geçen sene tarım desteğinin tamamı 90 milyar. “Bayram ikramiyesi verdik vermedik” dediği rakamın tamamı 28 milyar. Sadece KKM için karşılıksız para bastırıp da ödedikleri 800 milyar. Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek'ten önce Hazine’den de ödeniyordu, Merkez Bankası'ndan da karşılıksız para bastırıyordu. Fakat daha sonra baktılar ki bütçede para sıfırlandı artık Hazine’den hiç ödememeye başladılar. Yeni Merkez Bankası yönetimine de dediler ki; “Arkadaş bu yük tamamen artık sizde.” Onlar da para basıp basıp ödedi. Bugün kur farkı çıkartıp gene ödeyecekler. Onun için hasar maalesef çok büyük. Devletin, Hazine’nin, Merkez Bankası'nın risk yönetimi anlayışı bitti. Böyle bir şey yok artık. Maksat tamamen günü kurtarmak. Altın cinsinden borçlanma gibi şeyler çok yanlış işler, yapmamaları lazım arkadaşların.

“19 Mart’tan bugüne yakılan toplan rezerv 57 milyar dolara ulaştı”

“Bu rakam 2023 seçimlerinden beri toplanan rezervin kabaca yarısıdır”

-Sanıyorum risk yönetimi diye bir şey kalmadığının, kalamadığının en bariz örneklerinden biri Ekrem İmamoğlu ve arkadaşlarının bir şafak baskınıyla içeri alındığı 19 Mart sürecinde ekonomiye yaşatılanlar. Gerçi Mehmet Şimşek sırf bu operasyonun yapılabilmesi için ekonomi yönetiminin yakmak zorunda kaldığı 50 milyar doları çok da önemsiyormuş gibi yaptı. Hatta “Biz bu rezervleri bugünler için tutuyoruz” bile dedi. Bu arada yaktıkları rakam tam ne kadar sizin hesabınızla?

17 Mart'tan bugüne bilebildiğimiz kadarıyla 57 milyar dolar. Çünkü Merkez Bankası şeffaf değil ya artık açıklamıyor ne kadar sattığını, ancak dolaylı hesaplarla bulabiliyoruz. Son açıklanan dolaylı tablolardan çıkarttığımız kadarıyla 57 milyara ulaştı.

-Bu rakam, 2023 Mayıs seçimlerinin ardından hükümetin toparlamaya çalıştığı toplam rezervin ne kadarıdır?

Herhalde yarıya yakındır kabaca. Bu rezerv meselesinin bir net, bir brüt boyutu var. Bir de Merkez Bankası'nın net döviz pozisyonu var. Bir zamanlar Merkez Bankası’nın net döviz pozisyonu -65'e kadar düşmüştü. Şu an net döviz pozisyonu 0'a yakın noktalarda dolaşıyor.

“Bu Erdoğan’ın kendi eliyle çıkarttığı bir kriz”

-Yani Sayın Erdoğan’ın yeni bir siyasi operasyon riski alacak yeri yok ekonomik manada. Bunu mu demiş oluyorsunuz?

Yani -65’e kadar yolu var mıdır? Ben biliyorsunuz bunu sordum ben Mehmet Şimşek’e kendisi “Rezervleri bugünler için biriktirmiştik” deyince. Cumhurbaşkanı siyasi rakiplerini tek tek eleyebilsin diye mi biriktirmişler bu dövizi? Bir 50 milyar dolar İmamoğlu için biriktirildiyse bir 50 milyar dolar da bundan sonra ortaya çıkabilecek başka bir isim için mi biriktiriliyor? Bu, Sayın Erdoğan'ın kendi eliyle çıkarttığı bir kriz. Dışarıdan gelen bir şok falan değil. Bu tam olarak şuna benziyor; karşıdan düşman gelebilir diye tedbir olarak savaş geminiz var, topunuz var, topu karşıya çevirmiş bekliyorsunuz. Erdoğan ne yaptı? Topu aşağı çevirip attı ve kendi gemisinin altını kendisi deldi. Cephanesini gemisini korumak için değil kendi gemisini delmek için kullandı. Şimdi neden o gemi su alıyor?

“Erdoğan’ın dosyalardan haberdar olduğunu biliyoruz, ‘Şu olacak, bu olacak’ diyor, oluyor da!”

“Bütün bunlar ancak bir talimatın sonucu olabilir, otoriter sistemler böyle işliyor”

-Siz bunu söylediğinize göre bir konuda kafanız çok net. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İmamoğlu operasyonuna tamamen kendi inisiyatifiyle, sonuçlarına da hazırlık yaparak yeşil ışık yaktığını düşünüyorsunuz. Bunu soruyorum çünkü son günlerde bazı derin yerlerden tüyo aldığını öne süren gazetecilerin ortaya attığı Erdoğan’ı İmamoğlu operasyonuna devletin içindeki bir yapı ikna etti” varsayımı çok tartışılır oldu. Ama siz kategorik olarak bu ihtimali dışlıyorsunuz, öyle mi?

Kesinlikle. Çünkü sistem öyle değil artık. Bu otoriter sistemlerde devlet kurumları, maalesef yargı dahil, artık talimata göre hareket edebilecek bir kıvama geliyor. Bizde de maalesef öyle şu anda. Tabii ki işini düzgün yapmaya çalışan çok sayıda savcımız, hakimimiz var. Ama bazıları da korkudan veya teşvik sebebiyleda hatta “Efendim ne yaparsak hoşunuza gider?” moduna girebiliyor. “Sizin için ne yapabilirim?” Bunları çok üzülerek söylüyorum ama maalesef durum bu. İş buraya gelmişse Erdoğan da bunu kullanır. Açıklamalarına baktığımızda Cumhurbaşkanının aslında bu dosyalardan haberdar olduğunu biliyoruz. Dosyaların nereye doğru akacağının sinyal veriyor, tutamıyor çünkü kendini. Gayet iyi takip ediyor ve “Şu olacak, bu olacak” diyor, oluyor da yani. 12 saat içerisinde İstanbul Üniversitesi'nin aldığı karar, hemen ertesi sabah gözaltı, farklı farklı dosyaların bir koordinasyonda işletilmesi, ayrı ayrı süreçlerin hep birlikte paketlenmesi…Bütün bunlar ancak belli bir noktadan çıkan talimatın ve bir koordinasyonun sonucu olabilir.

-Siz 19 Mart’tan kısa süre sonra yaptığınız açıklamalarda hem CHP'ye hem de İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne kayyım ihtimalinin başta çok yüksek olduğunu, bundan sonradan vazgeçildiği izleniminde olduğunuzu söylemiştiniz. Eğer Erdoğan sizin düşündüğünüz gibi başta bu hamlelere de onay verdiyse, sonradan ne oldu da plan değişti? Sizin okumanız nedir?

Bu sadece okuma, çünkü içeride ne olup bittiğini bilmem kolay değil. Belki Büyükşehir Belediyesi'ne kayyım ihtimali yüksekti ama onunla ilgili de hukuki alt yapı çok çok zayıftı.

“Toplumsal tepkinin bu kadar kuvvetli olacağını ölçemediler

-“Terörle iltisak için altyapı zayıftı” demiş oluyorsunuz.

Evet, o zayıf idi. Ama CHP yönetimi kayyım konusunda gerçekten korktu. Ben Saraçhane’ye geçmiş olsun ziyaretine gittiğimde, CHP'nin olağanüstü kurultay kararını aldığı gündü hatırlıyorsanız. Özgür Özel’le yaptığım görüşmede onları ciddi şekilde endişeli gördüm. Yine Genel Merkez’e yığınak yaptılar, ‘kayyım gelirse içeri sokmamaya çalışalım’ diye düşündüler. Kurultay kararı zaten kilometreyi sıfırlamak içindi. Sonuçta kayyım olmadı. Ama yapabilir miydi? İkisini de yapabilirlerdi açıkçası. Yapamadılar çünkü birincisi, toplumsal tepkinin bu kadar kuvvetli olacağını belki ölçemediler. İkincisi de ekonomi üzerindeki etkilerin bu kadar büyük olacağını da belki tahmin edemediler. Bakın ben protestolara katılan gençlere sorduğumda aldığım yanıt genelde “Benim ülkede belki bir gün işler düzelir umudum vardı. Umudumu elimden aldınız” oldu. Bunun yüzünden sokaklardaydılar. Tabii bir kısmı İmamoğlu için sokaktaydı ama en az yarısı da umudunu kaybettiği için. Bu kadar önemli bir toplumsal tepki ve bu kadar büyük bir ekonomik hasar belki beklemiyorlardı.

“Kayyım riskleri azalmış durumda

-Artık İBB’ye kayyım riski tamamen bertaraf edildi diyebilir misiniz?

Şu an için bu riskler azalmış durumda. Belediyeye kayyum, CHP kayyum riskleri azaldı.

“AK Parti seçmenin en az yarısı da İmamoğlu’na yapılanlar için ‘Bu kadar da olmaz ki’ diyor”

“Kendi tabanına rağmen bu işi ileriye götürmek çok kolay değil”

-Devletin kasasında para olsaydı düşünür müydü sizce Erdoğan?

Bakın bu sadece para meselesi değil. Bugün monarşiler bile halka rağmen, geniş kitlelere rağmen bir şey yapmaktan çekinirler. Türkiye'den çok daha otoriterleşmiş rejimlerde bile yönetim geniş kitlelerin nabzını tutmak zorunda. Krallar bile, en otoriter liderler bile geniş halk kitlelerine rağmen bir şey yapmaktan çekinirler. O uzattıkları ve dokuz gün yaptıkları bayram tatilinde partideki çalışma arkadaşlarım Türkiye genelinde nabız tuttular. Onlardan gelen raporlar ve Nisan ayında yapılan araştırmalar şunu gösterdi; AK Parti seçmeninin en az yarısı da İmamoğlu’na bu yapılanın doğru olmadığını düşünüyor. AK Parti seçmeninin en az yarısı “Ya bu kadar da olmaz ki” diyor. Kendi seçmenine, kendi tabanına rağmen bu işi ileriye götürmek çok kolay değil. Allah korusun bizim coğrafyada çok kötü örnekler var. Otoriter liderlerin nasıl sonlandığına dair çok kötü örnekler var. Dolayısıyla toplumun nabzı önemlidir. Eğer ülkenin petrol ve gaz parası varsa, o parayı da böyle insanlara biraz dağıtıyorsa, “Hiç olmazsa geçiniyoruz” diyorsa insanlar, o zaman otoriterliğin biraz daha sürdürebilirliği oluyor. Türkiye'de o yok ama. Öyle bir kolaycılık yok.

“Türkiye ekonomisi ancak güvenle büyüyebilen bir ülke, güven yoksa büyümez”

-Gelinen noktada “Türkiye’de neyse ki petrol yok. Oradan gelen parayla daha beter bir otoriterliğe ikna edilecek geniş kitleler de neyse ki yok” demek istiyorum kendi adıma.

Türkiye, ekonomisi ancak güvenle büyüyebilen bir ülke. Güven ortamı olacak ki yatırım olacak, üretim olacak. İhracat olacak ki ekonomimiz büyüsün. Güven yoksa Türkiye ekonomisi büyümez. Türkiye’de hükümetlerin dağıtacağı bir para yok.

“Erdoğan’ın etrafındaki menfaat şebekesi de siyasi meşruiyetin erimesini istemez”

“Onlar da ‘biraz frene basalım’ demişlerdir”

-19 Mart sürecinde “Bu gidişle seçimlerin de manasızlaştığı bir noktaya mı varacak Türkiye?” diye bir kaygı oldu. Hala da bu kaygının nüksetmesine neden olabilecek gelişmeler yaşanıyor. Sizin şu ana kadar İmamoğlu meselesine dair yaptığınız analizlere bakıyorum da siz aslında özetle Erdoğan’ın dahi seçimsiz iktidarda kalma yönünde bir stratejiyi göze alamayacağını mı söylemiş oluyorsunuz? Yani size göre Erdoğan ‘geniş toplumsal itiraza rağmen iktidarda kalmak için her şeyi yapan bir lider’ opsiyonunu zorlamaz mı? 

Liderliğin ve iktidarın sürdürülmesi için bir meşru zemin gerekiyor. Sadece hukuki meşruiyet değil, siyasi meşruiyet de gerekiyor. Hukuki meşruiyet zeminini zaten önemli ölçüde çürümüş durumda. Yüzde 52 oy almış olmanın getirdiği bir hukuki meşruiyet belki vardır ama yüzde 52 ucu ucuna bir destek. Soru her zaman nedir? Bugün seçim olsa ne olur? Soru budur. Bugün zaten hükümetin bu sorunun cevabıyla sıkıntısı var. Bir de siyasi meşruiyet zemini kendi tabanlarında dahi tepki oluşturacak şeyler yapılarak eritilirse artık iktidarın sürdürebilirliği kalmaz. Bunu kendi görmese bile herhalde etrafındaki menfaat şebekesi görür. Çünkü bu iktidarın etrafındaki menfaat şebekesi ister ki bu iktidar güçlü devam etsin. Çünkü bilir ki ancak iktidar güçlü devam ederse oradan nemalanmaya devam edebilir. İktidarın kendi meşruiyet zeminini kendi eline yok ettiği bir durum menfaat şebekesine dokunur.

-Hem AKP içinde hem de AKP iktidarının destekçisi çıkar grupları içinde bu tür bir tartışma olduğunu anlıyoruz zaten.

Etrafındakiler de eminim “Biraz dikkatli gidelim, tamam anlıyoruz da işin sonu kötü olabilir. Dolayısıyla biraz frene basalım” eminim demişlerdir etrafındakiler de. AK Parti içerisinde her şeye rağmen vicdan sahibi olan az sayıda insan da var.

“AK Parti içinde temas içinde olduğum kimse yok

“Yollarımız kesişse yol değiştirirler, benimle aynı kareye girmekten korkarlar

-Görüşüyor musunuz Adalet Kalkınma Partisi içindeki eski arkadaşlarınızla?

Yok.

-Hiç kimseyle mi görüşmüyorsunuz?

AK Parti içinde olup da temas içerisinde olduğumuz insanlar yok. Kahır ekseriyetle zaten korkar çekinirler, ödleri patlar. Yollarımız kesişecek olaydı, “Yolu değiştirelim. Aman yan yana aynı fotoğraf karesine girmeyelim, başıma bela açar” falan diye korkarlar. Ama dedim ya, az sayıda da olsa vicdan sahibi insan var içerde ve onlarda şu an bahsettiğim çekince ve endişeler vardır. AK Parti'deyken artık aklen ve kalben ayrılmış çok insan var, onlarla iletişimimiz var. Ama sistem içinde görevi olanların durumu zor, onlar korkar. Onların bir kısmı belki bizi uzaktan beğenirler, takdir ederler. “Ya keşke biz de Ali Babacan gibi özgür konuşabilseydik ama kardeşim ne yapalım burada sesimiz çıkamıyor” falan diye düşünüyor olabilirler. Bu insanların az bir bölümü hala “Biz acaba içeriden düzeltebilir miyiz” düşüncesiyle ordadır. Ama geri kalanların ya menfaati var ya korkusu. AK Parti’de üç grup var şu an; az sayıda vicdanlı ve düzeltme çabası içinde olanlar, menfaati olanlar ve korkusu olanlar. 

“Erdoğan ile DEVA’yı kurduktan sonra sadece 3 kez telefonla görüştüm”

“6 Şubat depreminde ben aradım, annem ve babamın vefatlarında o aradı”

-Siz Adalet Kalkınma Partisi'nin kurucuları arasındaydınız. Erdoğan’ın beraber yola çıktığı insanlardan biri olmakla kalmadınız, size genç yaşınızda çok önemli sorumluluklar verdi. Bugün ise bırakın Erdoğan’ın kendisini, parti içinde kalan kimseyle görüşmediğinizi söylüyorsunuz. Sizi görseler yollarını değiştireceklerini söylüyorsunuz. O halde size çok kızgın heralde…Haberiniz var mı sizinle ilgili düşüncesinden?

Hissiyatını bilmiyorum. Çok fazla iletişimimiz yok. 6 Şubat depremlerinde kendisini aradım, hem “Geçmiş olsun” dedim hem de “Yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye sormak istedim. Gerçekten büyük bir faciaydı. O dönemde bizim teşkilatlar çok faaldi. 11 ilde biz hemen üçüncü günde yardım depoları kurduk. Devlet sistemi kilitlenince bizim il başkanlarımız sağ olsun hemen kendi sistemlerini kurdular. Depremden sonra ise kendisi de beni hem babamın hem annemin vefatında birer kere arayarak başsağlığı diledi. Yani DEVA kurulduktan sonra üç kere telefonda görüştü, o kadar.

“Biz Erdoğan ile ciddi siyasi rakibiz, şaka maka değil

“Etki altına alınabilecek biri olsaydım zaten sistemde kalırdım

-En azından ‘insani ilişkiler’ devam etmiş…

Siyaset yapıyor olmak, insanlıktan çıkmak anlamına gelmiyor. İnsani bağlar hep önemli ama biz  ciddi rakibiz. Şaka maka değil. Öyle yönünü değiştirecek, etki altına alınabilecek bir rakip fala da değiliz. Etki altına alınabilecek birisi olsaydım, ben zaten sistemde ve etki altında olmaya devam ederdim. Onun için ciddi rakibiz.

“Bizimle en büyük uğraşma şekli medya karartması”

-Ciddi rakiplerini de enterne edebilmiş ya da ittifakına destek noktasına getirmiş bir Erdoğan’dan bahsediyoruz ama!

Bu işin şakası yok. Biz siyasi bir egzersiz yapmıyoruz burada. Bazıları için siyaset meslek oluyor. Allah korusun hele hele bir de para kazanma alanı olarak görülürse, o zaman siyaset kalıcı bir egzersize dönüşüyor. Bizim için öyle değil. Bizim partideki her arkadaşımızın kendi işi var, ailesinin geçimini sağladığı bir konu var, istisnasız böyle. Herkes kendi maddi kaynaklarından fedakârlık ederek siyaset yapıyor. Böyle bir ekibin etki altına alınması kolay değil. Onun için bizimle en büyük uğraşma şekli medyada karartma uygulama. Tüm vatandaşların finanse ettiği TRT’den bugüne kadar tek bir programa davet olmaz mı? İktidarın etki alanındaki bir sürü televizyon kanalı var. Bir kere bir mülakat olmaz mı? Sıfır. Hükûmetin etkisi altında olan kanalları biliyorsunuz, gazeteleri biliyorsunuz, sıfır davet, sıfır haber.

“NTV korku altında çalışan bir kuruluş, oradakilere benim için ‘adını anmayın’ talimatı var"

-Bir anda Özgür Özel’in miting alanlarında ilan ettiği boykot listeleri geldi aklıma. NTV ya da Habertürk’te durum nedir sizin açınızdan?

İkisi farklı. Habertürk biraz daha özgür bir duruş ortaya koyabildi bugüne kadar. Ama tabii bilemiyorum sonra ne olur. NTV ise korku altında çalışan bir kuruluş. Ciddi korkutularak çalışan bir kuruluş. Vaki değil, NTV'de haberimiz çıkmaz. Çünkü talimat şu; “Adını bile geçirmeyin.” Dikkat edin bazı programlarda bazen DEVA Partisi, Ali Babacan adı geçecek olunca moderatör hemen konu değiştiriyor. Çünkü Ali Babacan ismi geçtiği zaman insanlar ağırlıklı olarak güzel şeyler hatırlayabiliyor. “Olur da bizim seçmenin gözü o tarafa kayar. Olur da hani o eski güzel günleri hatırlayanların desteği oraya doğru kayar” diye. Korkmasalar, çekinmeseler niye haber yapmasınlar faaliyetlerimizi?

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler