• BIST 8718.11
  • Altın 2243.646
  • Dolar 32.3307
  • Euro 35.1486
  • Lefkoşa 11 °C
  • Mağusa 10 °C
  • Girne 14 °C
  • Güzelyurt 10 °C
  • İskele 10 °C
  • İstanbul 8 °C
  • Ankara 2 °C

Önemli bir detay...

Ediz TUNCEL

Birkaç gün önce gündemi meşgul eden sayısız abuk subur haber arasında çok önemli bir olay atlandı ve haberlerde de pek bir yer bulmadı…

Halbuki bu olay ve ayrıntıları çok çok önemliydi.

Yüksek Mahkeme Başkanımız Narin Ferdi Şefik, Pakistan Cumhurbaşkanı Arif Alvi’nin resmi daveti üzerine Pakistan’ın yeni Yüksek Mahkeme Başkanı Asif Saeed Khan Khosa’nın yemin törenine katılmış ve Pakistan devletinin resmi protokolünde yerini almış.

Meğer 2015 yılında KKTC’nin adli yıl açılış törenine de Pakistan Yüksek Mahkeme Başkanı Mian Saqib Nisar katılmış…

Yani devlet arası tanıma filan yok ama memleketin belki de en ciddi kurumu olan ve aynı zamanda siyasetten bağımsız olan yargı kurumu belli ki uluslar arası alanda bir şekilde tam olarak tanınıyor, yargının başındaki şahıs da protokollerde net bir şekilde yerini alabiliyor.

Memleketin uluslar arası tanınmışlığa sahip tek kurumunun Lefkoşa Türk Belediyesi olduğunu sanıyorduk, ama meğer öyle değilmiş, işin içine abuk subuk argümanlarla siyaset bulaştırılmayınca bağımsız kurumlarımız ve temsilcileri hakettikleri yerlerde hakettikleri şekilde bulunabiliyormuş, Kıbrıs Türkü’nün bir kurumu adına temsiliyet yapabiliyormuş.

Ancak yargının bu pozisyonu kullanarak siyasi reklam yapacak hali yok, zaten öyle birşey yapılmaya da kalkışılırsa yargının bağımsızlığına ve saygınlığına ciddi şekilde gölge düşer, yargının ulusal ve uluslar arası siyasete alet edildiği izlenimi uyanır.

Bu izlenim de şu ana kadar uyanmadığından dolayı KKTC yargısının en üst düzeydeki temsilcisi bir devletin adli yıl açılış törenine protokolde resmi  yerini alarak katılabiliyor.

Bu aslında çok önemli bir gelişmedir ve KKTC olarak hepten yerle bir olmadığımızın, tek tük de olsa ayakta kalan kurumlarımızın hala uluslar arası alanda kredisi olduğunun da göstergesidir.

Uluslar arası arenada bize karşı olan önyargıyı bir de üniversitelerimiz sayesinde aştık, üniversitelerimizin diplomalarının uluslar arası tanınmışlığı var, her ne kadar YÖK üzerinden gidiliyorsa da…

Uluslar arası tanınmışlığı olan bir kurum olan YÖK üniversitelerimizi tanıdığı ve akredite ettiği için üniversitelerimiz de uluslar arası tanınmışlığa sahip ve ülkenin lokomotif sektörünü oluşturuyor.

54 senedir başımızın belası olan Kıbrıs meselesi her ne kadar siyasi bir sorun olarak karşımızda duruyorsa da, bir o kadar da hukuki bir sorundur ve böylesi bir meselede hukuki sorunlarla siyasi sorunlar birbirinden ayrı tutulamaz.

Ancak siyasi iradenin ve idarenin tutarsızlıkları yargı ve üniversitelerimiz gibi bağımsız kurumlarda olmadığı, kurumsal bir yapıya sahip olmaları ve belli bir tutarlılık ve güvenirlik düzeyini hala hazırda kazanmış olmaları neticesinde uluslar arası arenada yerlerini sıkıntı çekmeden ve siyasi engellere fazla takılmadan bulabiliyorlar.

Demek ki saygınlığın ve tanınmışlığın temelinde yatan şey “saygın bir kurumsal yapıya sahip olmakmış”…

………………………………

Bizim akademik camiada olup da sürekli görüştüğüm birkaç akademisyen dostumdan dünkü köşe yazımla ilgili şaşkınlıklarla dolu tepkiler aldım…

1992’de başlayan Bosna-Hersek olaylarında ilk kanı hep Sırpların döktüğünü ve olayları Sırpların başlattıklarını sanıyorlarmış, ilk kanı bağımsızlık referandumunun hemen arkasından Bosnalı Müslümanların ve Hırvatların döktüğünü arkasından da Sırp misillemesinin gelmesiyle ortalığın karıştığını yazınca şaşırmışlar, açıp detaylara bakmışlar, durumun yazdığım gibi olduğunu görünce de daha da şaşırmışlar…

Peki ama onca zaman bir arada yaşayan, etnik köken ve din olarak farklı olmalarına rağmen kültürel açıdan benzeşen, aralarında dikkate değer bir sorun bulunmayan, ortak bir parlamentoya sahip olan Sırplar, Bosnalılar ve Hırvatlar ne olduydu da birbirlerine fena halde girmişlerdi, dünkü yazıda bu detayı vermemiştim ve merak konusu oldu.

Aslında cevabı çok basit, Ruslar Sırplara yanaştı ve Sırpları kullanarak Balkanlara inmek istediler.

Sırplarlar Rusların arası en azından son 200 yıllık tarihte çok çok iyidir.

Rusların Balkanlara inmesi demek Adriyatik Denizi’ne de inmeleri demekti.

Peki Adriyatik Denizi’nde ne var?

İtalya’nın yarı sahilleri Adriyatik Denizi’ne bakar, İtalya’nın Napoli şehrinde de Amerika’nın ve NATO’nun en önemli ve stratejik merkezlerinden biri var, bu merkezden Akdeniz ve Ortadoğu’daki operasyonlar yönetiliyor…

Ruslar da Sırpları kullanarak bu merkeze yakın bir yerde çok önemli bir üs kurma çalışması içindeydiler…

Tam bu sırada, birdenbire ne olduysa oldu, Bosnalı Müslümanların başındaki herif olan Aliya İzzetbegoviç tutturdu biz bağımsız olacağız diye ve fitili ateşledi, referandum yaptırdı ve ertesi gün de ilk Sırp kanı döküldü, birkaç hafta geçmeden de bir grup Sırp sivil katledildi, arkasından da Sırplar Müslümanlara kafa-göz girişti, Allah yarattı demeden ne olduğunu bile anlayamayan Bosnalılar ve Hırvatlar kendilerini tam bir felaketin, vahşetin ve kan gölünün ortasında buluverdi…

Rusların desteğiyle işi ilerleten Sırplar bu sefer karşılarında NATO güçlerini ve Amerika’yı buldular ve art arda gelen NATO saldırılarıyla tökezlediler, pes etmek zorunda kaldılar.

Sonra da taraflar Ohio’nun Dayton kasabasında Bosna-Hersek Anlaşması’nın mimarı Richard Holbrook’un karşısına oturdular ve 8 saatte “hizaya” girdiler, o günden beri de hizalanmış vaziyetteler…

Bu noktada ilginç olan bir detayı hatırlatayım, BM Genel Sekreteri o günlerde Richard Holbrook’un karşısına iki alternatif koyar, şu anda başımızın belası iki mesele var, bunlardan birini al da çöz der.

Holbrook da hangi iki mesele diye sorar, cevap da “Biri Kıbrıs, öteki de Bosna-Hersek ve Balkan sorunu” şeklinde olur…

Holbrook anında kararını verir ve “Kıbrıs’ı boşver, onu çözmeye ömrüm yetmez, ben şu Balkan meselesini halledeyim” der ve işi çabucak bitirir…

İki süper gücün perde arkasındaki tezgahlarıyla 1992 Martında başlayan Bosna-Hersek felaketi 1995’de bitti, arkasında ise 350 bin insanın ölüsünü bıraktı…

Tam bir vahşet ve dehşet yaşandı, siviller katledildi.

Peki bu vahşet nasıl başlamıştı, birileri çıkıp da kimilerinin kahraman olarak gördüğü, bana göre de yediği haltın arkasından gelecek felaketi hesaplayamayan bir geri zekalı ve tam bir beşinci sınıf mahalle politikacısı olan Aliya İzzetbegoviç’e “yürü da korkma, arkandayız” mı demişti ki birden bire heyheylenmiş, galeyana gelmiş, ben bağımsızlık isterim diye tutturmuş, daha ilk anda ipleri de elinden kaçırmış ve ortalık kan gölüne dönmüştü…

Bunun arkasından da Kuzey Afrika ve Ortadoğu olayları başlar, Rusya’nın özellikle askeri ve siyasi gücünün hissedildiği ülkeler bir bir Arap Baharı ve körfez savaşları sırasında düşer ve hepsi de Amerikan hegemonyasına geçer, geriye bir tek Suriye ve Türkiye kalır, Türkiye NATO üyesi olduğundan şimdilik kefeni yırtmış görünüyor, ama Suriye’nin derdi hala devam ediyor, Rusya da Suriye’ye tam destek vererek Ortadoğu’daki son kalesini Amerika’ya bırakmamak için kararlılıkla direniyor.

Türkiye ise Amerika’nın başına sardığı terör örgütlerinin belasıyla uğraşıp duruyor ve görünüşe göre Amerika’nın keyfi istediği sürece ve durum Amerika’nın tam da istediği kıvama gelinceye kadar da devam edecek…

Türkiye’nin bu emperyalist politikalara karşı direnecek gücü var mı, bence yok!

Emperyalizme karşı ayakta durabilmenin ilk ve tek şartı, ekonomik, siyasi ve askeri yönden güçlü, istikrarlı ve iradeli olmaktır.

Bu da şu anki Türkiye’de yok ve tüm öz kaynaklarını satıp savan ve son on yılda elde ettiği gelirlerle yurt dışından 2 trilyon doların üzerinde lüks mal ithali yapan, yakın çevresindeki tüm ülkelerle sorun yaşayan, ekonomik ve siyasi ilişkileri kilitlenmiş bir Türkiye’nin Amerikan emperyalizmine karşı direnme şansları çok sınırlıdır ve mevcut iktidara sert bir darbe indirmek isterlerse, ve hatta Türkiye’yi de öteki Müslüman ülkeler gibi ucu bucağı belirsiz bir kaosa sürüklemek isterlerse bunu yapabilirler.

Şu ana kadar bunu yapmamalarının tek sebebi, Türkiye’nin Doğu ile Batı arasındaki tek tampon bölge olması ve Doğu tarafından Avrupa’ya girecek tehditleri içinde tutmasıdır.

Avrupa Birliği Türkiye’nin tamamıyla Amerika’nın emperyalist politikalarının arka bahçesi olmasına izin vermez, eğer verirse, sorunu bir anda kucaklarında bulacaklarını ve altından kalkamayacaklarını pekala da bilirler…

Bu yüzden işlerine geldiği kadarıyla Türkiye’ye arka çıkarlar, işlerine gelmediği yerde de bırakırlar Amerika tarafından hırpalanır…

İşte bu noktada, artık Türkiye tarafını seçmelidir, ya tamamıyla Avrupalı olmalıdır ya da tamamıyla Amerika’nın arka bahçesi olmalıdır…

İki arada bir derede, kah Avrupa Birliği’ne Avrupalı olmak için katılma derdinde, kah din sömürüsünün tavan yaptığı bir Müslüman ülke olma derdinde, kah Ortadoğu’da rol kesen bir güç olma derdinde olmalalıdır…

Bu çağda, bu zamanda, kimse Türkiye’nin Ortadoğu’da rol kesen bir güç olmasına izin vermez, kimse din sömürüsünün tavan yaptığı bir ülkeye prim vermez, ama aklını başına toplayan ve hamasetten uzak duran bir Türkiye AB’ye girebilir, girdiği anda da Amerika’nın başına sardığı belalardan kurtulmaya başlar, çünkü AB, Amerika’nın kendi üyesi bir ülkenin başına onca çorap örmesine izin vermez.

AB Türkiye için Amerika’ya karşı bir cephe açar mı, esas soru bu!

Eğer Türkiye dengeleri iyi idare eder ve oyunu kuralına göre oynarsa, abuk subuk hamasetten uzak durursa, açar…

Bu noktadan sonar mesele akıl meselesidir, ki o da bizde ne yazık ki yeterince yok…

  • Yorumlar 2
  • Facebook Yorumları 0
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları