• BIST 9095.41
  • Altın 2325.622
  • Dolar 32.3666
  • Euro 35.0423
  • Lefkoşa 27 °C
  • Mağusa 26 °C
  • Girne 22 °C
  • Güzelyurt 27 °C
  • İskele 26 °C
  • İstanbul 21 °C
  • Ankara 21 °C

Kabus bitti gibi, ama dahası var…

Ediz TUNCEL

 

1960’lardan bugüne, Araplar İsrail ile defalarca savaştılar.

Sonra 1980’lerin başında Humeyni’nin Fransa’nın ve dolayısıyla da Amerika’nın ve NATO’nun Yeşil Kuşak entrikalarıyla İran’ın başına geçmesiyle İran-Irak savaşı başladı, ve yıllarca sürdü, her iki tarafa da zararı milyonlarca ölü ve yaralı, yüzlerce milyar doları bulan ekonomik kayıp oldu.

Peki kim kazandı?

Elbetteki silah tüccarları ve petrolü fırsattan istifade ucuza kapatan ve aynı zamanda Batı’nın egemen güçlerinin iktidar gücünü belirleyen ve dengeleyen enerji simsarları, yani emperyalizmin “derin hükümdarları”…

İran-Irak Savaşı bitti, Irak-Kuveyt savaşı başladı…

Irak-Kuveyt savaşı bitmeden ABD ve NATO güçleri Ortadoğu’ya hiç çıkmamacasına daldı ve Irak’ı iki saatte dümdüz ettiler. 

Sonra sıra, Rusya ile askeri ve ticari ilişkileri olan ve aynı zamanda herbiri bir enerji merkezi olan diğer ülkelere geldi.

Amerikan entrikalarıyla sırasıyla Libya, Mısır ve Suriye darmadağın edildi, Libya ve Mısır’daki Rus etkisi ya tamamen ya da kısmen kırıldı. 

Ancak Suriye’de Rusya çok sıkı durdu ve Amerikan emperyalizminin uşaklığını yapmak ve Rusya’nın Ortadoğu’daki son kalesini alaşağı etmek üzere kurdurulan fanatik İslamcı çapulcu terörist sürülerine karşı Ortadoğu’daki son kalesi olan Esad rejimini korudu. 

Amerika, Türkiye’de de ne kadar demokratikliği kaldığı tartışılan laik ve demokratik düzeni alaşağı etmek ve tıpkı Humeyni gibi ülkenin başına kukla bir imam bozuntusunu getirmek için yıllar yılı plan program yaptı, en büyük engel olarak gördüğü Atatürkçü Türk ordusunu da darmadağın ettirdi, sonra da ordu içinde kalan entrikacılarla birlikte son darbeyi vurmaya kalkıştı, başaramadı.

Suriye’de de fanatik İslamcı çapulcuları kullanarak tarihin gördüğü en büyük vahşetlerden birini yarattı ama Rusya’nın direnciyle istediğini yine alamadı.

PKK ve PYD’yi kullanarak Kuzey Irak’tan ta İskenderun körfezine kadar uzanacak bir kukla Kürt devletçiği kurma, sonra da bu devletçiği Türkiye’nin Kürt nüfusunun yoğun olduğu Türkiye’nin güneydoğusuna doğru yayma ve büyütme planları da Türkiye’nin engeliyle karşılaştı.

Amerika’nın gücü Rusya’ya yetmeyince, Türkiye özellikle hava savunması konusunda Ruslarla işbirliğine de kalkışınca ve Amerikan emperyalist planları için bir tehdit oluşturunca, Rus ve Suriye güçleri fanatik İslamcı çapulcuları yenilgiye uğratarak ülkenin kuzeyine, Türkiye sınırına doğru sürmeye başlayınca, son çare olarak bu kez Suriye’ye ile Türkiye’yi kapıştırdı.

Her iki taraf da ağır kayıplar vermeye başladı. 

Türkiye kamuoyunca ise bu durum infiale yol açtı.

Mantıkla duruma bakıldığında, ne Türkiye’nin ne de Suriye’nin birbirleriyle amaçsız ve sonu belirsiz, tıpkı İran-Irak savaşı gibi ucu bucağı gelmeyecek ve her iki tarafa da korkunç kayıplar verdirecek bir savaşa tutuşmasının hiçbir mantığı ve anlamı yoktur. 

Nitekim, her iki taraf da ağır kayıplar verdikten sonra akıllandılar ve bu korkunç gidişata dur dediler. 

Esad Türkiye ve Türklerle hiçbir alıp veremediği olmadığını, aksine iyi ilişkilere dönüş yapmak istediğini, Türkiye’ye doluşan Suriyelileri geri almak istediğini söyledi.

Rusya da bu gidişatın durdurulması ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması gerektiğine vurgu yaptı.

Türkiye ise bu bataklığa Amerika tarafından sürüklendiğini ve tünelin ucunun karanlık olduğunu yeni yeni farketmeye başladı ve karşılıklı adım atıldı, ateşkese gidildi.

Şimdilik Suriye kabusu bitti gibi görünüyor. 

İnşallah bir daha da başlamaz.

Özellikle son aylarda yaşadığımız kayıplar canımızı ciğerimizi yaktı, kavurdu. 

Akıllıca bir siyasetle Suriye’nin yeni baştan inşa edilmesi için en yakın alternatif yine Türkiye’dir ve iki ülke arasındaki yakınlaşma uzun vadeli olarak yüzlerce milyar dolarlık bir işbirliğinin de başlangıcı olabilir. 

Peki ama Türkiye ve Suriye arasında suların durulması, Amerikan emperyalizminin de bölgede durulması anlamına mı gelecek?

Kesinlikle hayır.

Bir kere, Türkiye’de Amerikan emperyalizminin çıkarlarına ve hedeflerine ters olarak, Amerika güdümünde “imam” cumhuriyeti kurulmasına takoz  koyan ve özellikle de son yıllarda giderek maddi ve manevi olarak yıpranan, Avrupa Birliği sürecinden de iyice kopan Erdoğan rejiminin öyle ya da böyle alaşağı edilmesi gerekiyor. 

Bunun için de sırada başka koz var, hem de hiç bitmeyen, vadesi hiç geçmeyen, son kullanım tarihi hiç gelmeyen bir koz.

Kıbrıs!

Bir diğer deyişle, hem emperyalizmin hem de Türkiye’deki at gözlüğü takmış siyasilerin her başları sıkıştığında kullandıkları, bol bol hamaset yaptıkları vazgeçilmez “milli dava” oyuncağı…

Amerika’nın emperyalist planları sadece enerji merkezleri olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile sınırlı değil.

Sadece Rusya’nın değil, Çin’in, Avrupa Birliği’nin de yeterince güçlenmesini ve sürdürülebilir istikrar sahibi olmasını istemiyor. 

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmasını da kesinlikle istemiyor çünkü Türkiye’nin AB üyesi olması durumunda, koskoca Avrupa kıtasının Türkiye’nin arkasında durmak ve Türkiye’yi de maddi ve manevi olarak kollamak zorunda kalacağını biliyor. 

Böyle bir durumda, AB üyesi bir Türkiye, on sene içinde bölgedeki bütün dengeleri değiştirir ve Ortadoğu’nun gerçek süper gücü, aynı zamanda da Doğu ile Batı arasındaki en önemli ticaret merkezi haline gelebilir, ekonomik olarak dünyanın en güçlü devletlerinden biri olur ki bu da Amerika’nın istediği en son şeydir. 

Dolayısıyla Suriye’de henüz sürdürülebilir bir çözüme ulaşılamadan, Kıbrıs sorunu Kuzey’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra bir kez daha gündeme sıcak bir şekilde getirilecek ve Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ciddi bir sürtüşme içine sokulacak, dolayısıyla Avrupa Birliği’nin de başı ağrıtılacak. 

Bu noktada, Türkiye akılcı adımlar atmalı, Türkiye’deki siyasiler ellerindeki kozları iyi kullanmalı,  ve iç siyasette Kıbrıs sorununu bir hamaset kozu olarak kullanmaktan da vazgeçmeli, bir an önce Kıbrıs sorununa bir çözüm bulmak ve Avrupa Birliği’ne giden kapıları da açmak için özel bir çaba göstermelidir. 

Diğer taraftan, Türkiye’ye bugüne kadar nerdeyse 3 trilyon dolara ve korkunç boyutta maddi kayıplara da sebep olan PKK sorununun aslında bir emperyalist Amerikan projesinden başka hiçbir şey olmadığını, Amerika’nın çıkarları doğrultusunda son kullanım tarihi gelinceye dek kullanılacağını, sonra da tıpkı diğer terör örgütleri gibi yok edileceğini, hiçbir zaman Türkiye topraklarında ayrı bir kukla Kürt devletçiği kurulasına izin verilmeyeceğini PKK’ya sempati duyan Kürtlere iyice anlatmalı ve Malazgirt’ten beri bin yıldır aynı topraklarda yaşayan etnik kökeni farklı insanların kader birliğinin Türkiye’nin birliğinden ve bütünlüğünden geçtiğine de onları ikna etmelidir. 

Ve, en az hatta yukarda bahsedilenlerden daha da büyük bir tehlike; Türkiye’yi bir baştan öteki başa saran ve din sömürüsüyle Türkiye’nin kanını, canını emen tarikatlar ve cemaatler…

Amerikan emperyalizminin Yeşil Kuşak projesinin bir parçası olarak yaratıldılar ve güçlenmelerine göz yumularak bugünlere kadar geldiler. 

Bunlar sadece Türkiye için değil, bütün dünya için büyük bir tehlikedirler, olabilecek en büyük kötülükten daha büyük bir kötülüktürler, en kötü terör örgütü kadar kötüdürler. 

Nitekim, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye için en büyük tehdit de yine bunların içinden çıktı. 

Fazla lafa gerek yok, ya yok edilirler, ya da ilk fırsatta Türkiye’yi yok etmek için yeniden kollarını sıvarlar. 

Cehaletten beslenen bu canavarlar aslında Türkiye’yi bir baştan öteki başa saran bir toplum dizaynı projesinin ürünlerinden başka hiçbir şey değildirler. 

Varlıkları boyunca tek bir buğday tanesinin üretilmesine bile katkı koymazken, doymak bilmez bir canavar gibi ülkenin ve toplumun tüm maddi ve manevi kaynaklarını acımasızca sömürürler, tüketirler, kendilerine karşı çıkan herkese ve her değere karşı da olabilecek en acımasız şekilde saldırırlar ve katlederler. 

Görünüşte sessizdirler, ancak sessizlikleri sinsiliklerinden kaynaklanır, fırsatı bulunca da olabilecek en acımasız şekilde saldırıya geçmeye hazırdırlar, ortak çıkarları doğrultusunda kendilerini kullananı da fırsatını buldukları anda tek güç olmak için yok etmeye hazır ve nazırdırlar…

Her zaman için ülke ve millet içinde düşmanla en kolay işbirliği yapan, vatan ve millet için çarpışanları arkadan vuran en büyük hainler de bunların arasından çıkmıştır. 

Kurtuluş Savaşı’nda bile emperyalistlerin aklıyla vatanseverlerin, yurdun kurtuluşu için uğraş verenlerin katledilmeleri için fetvalar yayınlayanlar da bunlardır, emperyalistlerin çıkarları uğruna din istismarı yaparak Türkiye içinde ayaklanmalar çıkaran, ortalığı yakıp yıkan, katledenler de yine bunlardır.

Cennette şehitleri bakire hurilerin beklediği safsatasıyla cenneti sanki kerhaneymiş gibi zırcahillere pazarlayanlar, çocukların ve gençlerin beyinlerini yıkayarak onları canlı bombalara dönüştürenler,  kadını her türlü hayasızlıklarına alet edenler de yine bunlardır…

Çünkü Yeşil Kuşak projesi bunların böyle olmasını istemiştir ve tüm dizayn 70 yıl boyunca bu şekile evrilmeleri, içine çöreklendikleri toplumları cahilliğe mahkum etmeleri, kokuşturmaları, afyonlamaları, bilimi değil cehaleti özendirmeleri için yapılmıştır. 

Toplum dizaynı öyle boyutlara getirilmiştir ki, sadece din sömürüsüyle de yetinilmemiş, toplumun farklı kesimlerinde farklı değer yargıları bile bunların enjekte ettiği zehir sayesinde doğrudan veya dolaylı olarak çeşitli boyutlarda oluşturulmuştur. 

Toplum bireylerinin kişiliklerinin nasıl ezikleştirildiğini gösteren basit bir örnekle bugünkü konuyu kapatayım;

Bu yazı yazıldığı saatlerde haberlere şöyle bir başlık düştü; Ayakkabısı çamurlu şehit babası; “Araba mahvolur diye binemem” diyerek Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un bütün ısrarlarına rağmen makam arabasına binmeyi reddetti…

Bizim yüzsüzlükte, saçmalıkta sınır tanımayan basın da şehit babasının bu hareketini “yüce gönüllülük” diye ifade etti…

Vatandaş, ayakkabılarındaki o çamurun oğlunun uğruna şehit düştüğü vatan toprağı olduğunun, arabanın paspasının bile değerini vatan toprağının değerinin önüne koyduğunun, işte bu zihniyet yüzünden de çocuklarını vatanın çamurlu toprağına gömdüğünün henüz farkında değil, ruhu ve yüreği, ve keza beyni o kadar ezilmiş, sömürülmüş durumda…
Vatandaş çocuğunu o çamurlu toprağa koydu ama arabanın iki paralık paspasını o çamurla kirletemedi...

Vatandaş o paspasa gösterdiği hassasiyeti, çocuğunun ve başkalarının çocuklarının canı için gösterseydi, Türkiye ve bu millet bugün içine düştüğü onca sorunla boğuşmak ve çocuklarını çamurlu toprağa gömmek zorunda kalmazdı…
Ve bu haberi yapanların da ne biçim, nasıl çarpık değer yargıları olduğunu anlamak mümkün değil, çamurlu ayakkabıyla arabaya binmemek yüce gönüllülük mü, yoksa eziklik mi, bu kadarcık bir ayrımı yapabilecek bir durumda değiller, ve sapla samanı birbirine karıştıran böylesi bir medya zihniyeti de, en az yukarda bahsettiğim dindar kılığındaki kindar din sömürgenleri, toplum kemirgenleri kadar tehlikelidir...
Vakti zamanında İngiliz Kralı Edward İstanbul'a geldiğinde rıhtıma çıkarken yeri tutmak zorunda kaldı ve eli kirlendi, Atatürk elini silmesine fırsat bırakmadan elinden yakaladı ve yukarı çekti, "O benim vatanımın toprağıdır, elimizi kirletmez" diyerekten...

Bizse hala çocuklarımızı uğruna şehit düştüğü toprağa nerdeyse hiç gocunmadan veriyoruz ama iki paralık bir teneke parçasının paspasını bile kirletmeye çekiniyoruz…

İki paralık dört tekerlekli bir teneke parçasının, bir kuruş etmez bir paspasın çocuklarımızın canından daha değerli olmadığını idrak ettiğimiz zaman, işte ancak o zaman,  dünya tıpkı Atatürk devrinde olduğu gibi, önümüzde yeniden saygıyla duracaktır…

Yoksa, Alman’ın Mercedes’inin paspasının bile,  bizim sevgiye, sevdiklerine, dünyaya, gençliğine, çoluğuna çocuğuna, eşine, canına cananına doyamadan o çamurlu vatan toprağı uğruna katledilen ve birbiri ardına o çamurlu vatan toprağına gömülen can parçalarımızdan daha değerli olduğu algısı devam edecektir…

Ne bu memleket, ne de uğruna can veren can parçalarımızın değeri o kadar ucuz değil!

Ne zaman ki gerçek değerlerini anlarız, işte o zaman çocuklarımız bu topraklara ölerek can verenler değil, yaşayarak can verenler olacaklar, işte o zaman millet ölerek can verdikleri için ağlamayacak, yaşayarak milletin canına can kattıkları için sevinecek.

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları